26 Eylül 2010 Pazar

Yeniden Pazar Notları


Sonbahar ve İstanbul... En sevdiğim mevsim ve en sevdiğim şehir. Belki sonbaharı sevdiğim için yaşadığım şehri seviyorum. Belki de aşık olduğum şehrin en güzel hali sonbahar olduğu için bu mevsimi seviyorum. Her yıl Eylül sonu geldiğinde ve bu pazar günü gibi hava kapalı olduğunda, bir sonbaharı daha İstanbul'da yaşadığım için şükrederim... Boğaz, parklar, tarihi yarımada tam gezilesi zamanlar... Bir sonbahar günü, Türk kahvesi eşliğinde boğazı seyredin. Bakın nerelere dalıyorsunuz...

Türkiye kabuk değiştiriyor. Yeni bir sürece giriyor. Kimisi diyor yandık, bittik ülke elden gidiyor, kimi de Türkiye dünya lideri ülke olma yolunda ilerliyor. Herhangi bir olgu hakkında bu kadar taban tabana zıt tespit hatırlamıyorum. Ya bir taraf fazla karamsar, ya da diğer taraf fazla hayalci. Oysa bu işin bilimsel ölçümleri muhakkak var. Son 15-20 yılın gsmh değerleri, tüketilen çimento, alınan konut ve taşıt sayısı, tüketilen diş macunu, hijyen ürünleri ve satılan kitap sayıları gibi verilerden bir sonuç çıkarılıp gelecek hakkında fikir yürütebiliriz. Hepimizin isteği refah seviyesi yüksek bir ülkeye sahip olmak. Gerçeği bize gösterecek tek şey zaman.

Bu yaz birçok etkinliğe katılma fırsatı buldum. Konserler, sergiler, festivaller, spor müsabakaları. Unutamayacağım iki aktivite vardı bunların içinde. Biri dünya basketbol şampiyonası Türkiye-Sırbistan yarı final maçı. Diğeri U2 konseri. U2'nun İstanbul'a gelişi, siyasi mesajları ve konserde yaşanan çirkin olaylar reyting uğruna insanların önüne sunuldu. Oysa müziğini bir kenara koyun, olağan üstü bir görsel şov seyrettik o gece. Sahneyi seyretmekten müziğe konsantre olamadım. Bu müzik türünden hoşlanmayanların bile sıkılmadan vakit geçirebilecekleri, büyüleyici bir geceydi. Maç mı? En sevdiğim heyecanlardan birini yine yukarılarda yaşadım. Sokakta top oynayan çocukların güzel ve çekişmeli maçını seyrederken de heyecan duyarsınız. Düşünün böyle bir maçı ama kazanan dünya kupası finali oynayacak. Yürek zor dayandı.

Ortaköy'de üç ay önce açılan bir dondurmacı var. Ciao... Tam cadde üzerindeki Kilise'nin sırasında küçücük bir dükkan. Dondurması muhakkak denenmeli. Bir daha başka yerde dondurma yemek istemeyeceksiniz.

Hayatımda ilk defa, müzik albüm satan bir mağazada 'bu çalan kimdir' deyip albüm aldım. Bossa Hit Lounge. Hit parçaların Bossa versiyonlarını yapmışlar. Rihanna-Umbrella, Coldplay-Viva la vida, James Blunt-You're beatiful bu şarkılardan bazıları. Favorim Maroon5-Sunday Morning.

Bir abim geçtiğimiz gün kız babası olacağının haberini verdi. Sevincini onunla paylaşırken ne kadar çok kız çocuğu olan ve olacak olan var dedim. Bir arkadaşının stresli adamların kızı olduğunu söylediğini söyledi. Bilimsel olarak ne kadar doğru bilmiyorum ama şöyle bir etrafıma baktığımda sanki doğru gibi...

Güzel bir şiirle bitirelim eskisi gibi...

Altı derlerse de şartı imanın
Hemen inanmayın, hemen kanmayın!
Sakın sözlerimi inkar sanmayın,
Hak ile muhabbet ondan öncedir

Kul hakkı eğer olursa masal,
Neylesin ona saç neylesin sakal?
Ahlaksız ibadet, delik bir çuval,
Cömertlik, merhamet, ondan öncedir

20 Eylül 2010 Pazartesi

Derbi sonrası Fenerbahçe Üzerine...


Çok büyük üzüntü içerisinde ayrılmıştım Trabzonspor ile oynadığımız geçtiğimiz sezonun son maç sonrası staddan. 2006 yaşadığımız Denizli travmasının üstüne benzerini (evimizde olduğu için biraz daha acı verici olan) yaşadıktan sonra yine radikal bir karar vermem gerektiğini düşünmüştüm. 2006'da aldığım karara göre sevdiğim kulübe karşı artık biraz bencil olacaktım. Sevince ortak olduğum kadar üzüntüye ortak olmayacaktım artık. Sözümde de duruyordum.

Bu sefer de 12 yıldır kesintisiz takip ettiğim futbol takımını bu sene biraz kesintili takip etmeye yani kombine almamaya karar verdim. Zor da olsa bu kararı uyguladım. Yine de sezon başından beri Kadıköy'de oynanan üç maça gitme fırsatı buldum.

Dün gece sonrası şunları düşündüm :

Oniki senedir bir defa derbi kaçırmıştım. Bu süre zarfında derbi heyecanı yaşamadığım tek maç dün akşamdı. Bu sadece benim yaşadığım bir his değildi. Maçtan önce stadda gördüğüm herkesin ifadesinde bu derbi heyecanından eser yoktu.

Bu heyecanı bilen bilir. Maçtan önceki gece geçmez. Gece geçer, sabahtan akşama kadar dakikalar sayılır. Maçla ilgili haberler içeren gazeteler okunur. Ne giyileceği günler önceden bellidir. İstediğin onbir ve diziliş, kağıtlara karalanır. Maça saatler kala artık dayanılamaz ve stada doğru yol alınır. O havayı solumak bünyeye daha iyi gelir. Takımın otobüsü, rakip takımın otobüsü, deplasman taraftarı ile dalaşma vs.

Bunların hiçbirin yaşamadım bu maçtan önce...

Sonra maç öncesi tribün şov başlar. Pankartlar, meşaleler, maça özgü bayraklar...

Bu maç öncesi tribün şovu : Son birkaç maçtır açılan çubuklu bayrak ve konfeti makinesinden konfeti şov. Bence acizliğin gizlenmesinden başka bir şey değil bunlar.

Maçlar kaybedilir kazanılır ama bir taraftar olarak bana asıl acı veren bu tablodur. Tribündeki o çok emek vererek kazandığımız ruh artık yok. Bir daha kazanmak kolay ama bu düzende çok zor.

Umut var mı? Kısa vadede pek yok. Bu uğurda (bahsettiğim ruhu kazanmada) emek veren herkese sanki planlı programlı yapılıyormuş gibi teker teker yıldırma politikası uygulandı ve hala uygulanıyor. Bu insanlar bir daha dönmemek üzere uzaklaşmadılar. Belli bir sürecin sona ermesini bekliyorlar.

Evet bunları düşünerek eve döndüm....

Maç mı? Alex'in pasifize edilmeye çalışıldığı, herhangi bir kurgunun ya da sistemin görülemediği bir oyun düzeni... Bu düzende her maçı üç ihtimalin de olabileceğini göz önüne alınarak izlenmeli...

Üzücü olan aldığın yolların aslında bir tesadüf olduğu. Geriye gitmek... Merdivenleri birer birer çıkarken düşmek ve aşağıya doğru yuvarlanmak....

Olsun Fenerbahçe'm...

Sevgimiz formaya. Ne giyene, ne giydirene... Giyen ve giydirene ancak saygı duyarım bizim sevgimize eş değer bir sevginin kırıntılarını onlarda görürsek eğer...



12 Eylül 2010 Pazar

Final ve Basketbol Dünyam




Çocukluğumda basketbola başlangıç yaşı bu zamanlar gibi 5-6 yaşlar değildi. Ne bu kadar spor okulu vardı ne bu kadar tesis ne de bu kadar eğitmen. İlkokul5'i bitirir bitirmez Ataköy Spor Merkezi denen bir salonda ilk basketbol eğitimini aldım. Bir yaz sezonu çalışmasının ardından iki sene Galatasaray kış okuluna devam ettim. Küçük bir altyapı maceram da oldu. Bu zamanın basketbolunun akil adamlarından Cem Akdağ, Murat Özyer, Ekrem Memnun; altyapı koordinatörleri olarak basketbolun temellerini öğrendiler. Sayelerinde basketbolu çok sevdim ve en azından bir basketbolcu bir maçı nasıl seyretmesi gerektiğini öğrendim.

O günler ile ilgili küçük bir anı : Sene 1991 ve Galatasaray'ın Florya, Lise, Ortaköy ve Beyoğlu olmak üzere dört tane altyapı okulu var. Sene sonu bu okulların oyuncularından seçme takımlar arasında turnuva yapılacak. Florya takımına seçildim ve çok heyecanlıyım. Maç günü geldiğimde birisi şöyle bir şey söyledi : Beyoğlu takımında oyun kurucu bir çocuk var. 78'li ama inanılmaz oynuyor. Geleceğin yıldızı olacak diyorlarmış. Ben de ondan bir yaş büyük olmanın verdiği cesaretle ne kadar olabilir düşüncesi içindeyim. Derken maç başladı. Oyun kurucu olarak arkadaşı benim tutmam gerek ama o kadar hızlı ki göremiyordum onu. Her attığı giriyordu. Atmasa asist yapıyordu. Gözlerinden oyunu çok iyi okuduğu belliydi daha 13 yaşında.

Moralim çok bozulmuştu. Çünkü o gün hiçbir şey olduğumun farkına varmıştım. Daha sonraları okul ağır bastı ve sokaklarda basketbol oynamaya devam ettim. O ise her geçen gün adını daha fazla duyurdu. O Kerem TUNÇERİ'ydi.
İlk maçlara babam götürmüştü Spor Sergi'ye. Sanırım 88-89 yılları. 90'da şampiyonluğumuzu hatırlıyorum. Spor Sergi ayrı bir yazı konusu. Oranın girişi çıkışı, insan kitlesi, üst kat...

Dawkins ve Michael Scors zamanlarını çok az hatırlıyorum. Ama Larry Richard, Pete Williams çocukluğumun kahramanlarıydılar.

O yıllarda Basket dergisi vardı. Ahmet Kurt çıkarırdı. Sonra Fast Break çıktı. Odamın bir duvarı tamamen bu iki dergiden çıkan posterler ile kaplıydı. Cumartesi günleri NBA action ve pazar gündüz bir NBA maçı yayınlanırdı. Yine de işim gücüm oyuncu istatistiklerini takip etmekti. Efsane Lakers kadrosu : Magic Johnson, Byron Scott, James Worthy, Michael Cooper ve Karim Abdul Jabbar...

Patrick Ewing, Clyde Drexler, Larry Bird, Isiah Thomas ve tabi Michael Jordan...

95,96 yılları Fenerbahçe... Henry Turner, Dallas Comegys, Hakan Yörükoğlu, Ömer Büyükaycan, Levent Topsakal...

Abdi İpekçi vardı artık hayatımızda. Harlem gösterisi ile açılmıştı salon. Benim için o kadar iyi olmuştu ki. İki tren durağı tren mesafesindeydi artık maçlar.

Her Fenerbahçe maçına giderdim. Yerim belliydi. Takımın hemen arkasında en ön. Yağmur, çamur, kar demezdim. Kimse olmazsa yalnız giderdim. Bu kadar takip eden çok az insan vardı. Sima olarak tanırdım ama yanlarına gidip dertleşme cesareti bulamazdım kendimde.

Sonra Allah bana o takımla soyunma odasında sevinmeyi, o takıma bir şekilde hizmet etmeyi nasip etti. Efsane malzemeci Erkan abi beni ilk Fenerium'da çalışırken ilk gördüğünde 'sen o çocuksun seni tanıyorum' demişti...

Ve yine o yıllarda Efes Pilsen ve Aydın Örs fırtına esiyordu. Peter Noumoski, Ufuk Sarıca, Volkan Aydın, Larry Richard ve Tamer Oyguç. Biraz Taner biraz da Oktay oynardı bu takımda. Sekizinci adam yoktu. Her Avrupa maçına giderdim. Salon tıklım tıklım olurdu. Bu takıma daha sonra rahmetli Conrad Mc Rea ve Murat Evliyaoğlu dahil olmuş ve Koraç kupasını almışlardı.

Sonra 2001 Avrupa Şampiyonası. Final'de Sırplara yenilmiştik ama bu bile bizim için büyük başarıydı.

Artık Türk takımları ve milli takımın Avrupa'da sözü geçmeye başlamıştı. Elle tutulur bir başarımız yoktu ama hep yukarılarda dolaşıyorduk.

Ta ki bu şampiyonaya kadar. Hazırlık turnuvalarında pek umut vermiyor gözüküyordu. Ama geçtiğimiz senelerde o turnuvalardan çoğunu kazanmış, asıl turnuvanın sonlarında nefesimiz kesilmişti.

Şimdi finaldeyiz. Hem de Amerika'ya karşı...

Bu benim için rüya ötesi bir durum. Çocukluğumda tek başıma evde sünger topumla plastik potama basket atarken sürekli Türkiye Amerika'ya karşı oynama oyunu oynardım. Magic Johnson karşıma alırdım... Genelde kazanırdım bu maçları.

Dün akşam maç bittiğinde ağlıyordum. Çünkü çocukluğumun bir rüyası daha gerçek olmuştu(hep söylerim dünyanın en şanslı insanıyımdır). Binlerce şükürler olsun Allah'a...

Bu rüya benim için sonlanmıştır. Altını almayı tabii ki çok isterim. Hatta çok da uzak değil bana göre. Sırp maçından zor geçmeyeceğini tahmin ediyorum...

Bugünleri bize yaşatan herkese binlerce kere teşekkür. Başta oyunculara ve teknik heyete tabi...

Bu akşam da dualarım sizinle...

11 Eylül 2010 Cumartesi

Yarı Final Günü


Çok heyecanlıyım. Çok nadir bu duygular içinde olurum. Dakikaları sayıyorum. Çok şükür bileti olan 17.500 şanslı insandan birisiyim.

Eğer finale kalırsak ayrıntılı bir yazı yazmak istiyorum. Öncesinde bu rüyayı bize yaşatanlara şimdiden teşekkür ediyorum. Bu maçı oynamak bile büyük bir başarı. Ama buraya kadar getirdiğimiz bu işi güzel daha güzel sonlandırabiliriz.

Kasırga gibiyiz Kaan Kural'ın söylediği gibi. Bu saatten sonra karşımıza kimin çıktığı çok önemli değil. Ancak bu turnuvalarda sürekli yarı final, final oynayan bir ekolün genç temsilcileriyle oynuyoruz. Salonda kurulacak baskıya karşı bu genç rakibin tepkisinin nasıl olacağı maçın senaryosunu yazacak. Yunanlar ve Slovenler bu baskıyı kaldıramadılar. Sırplar'ın, Litvanya'lıların ve hatta genç Amerika takımının da bu baskıyı kaldırabileceğini zannetmiyorum. O yüzden kupayı almak hayal değil.

Tek korkum, maç başa baş giderse ya da takım geriye düşerse, takımın ve salondakilerin reaksiyonu ne olur? Çünkü turnuva boyunca (ilk maç stresinin olduğu Fildişi ve Yunanistan maçını geçmiş olmanın rahatlığıyla çıkılan Porto Riko maçları bence ölçü değil) hep uzak ara öndeydik.

Teodosic - Ömer Onan ikilisinin mücadelesini zevkle takip edeceğiz. Ömer inşallah bir kez daha bütün dünyaya gösterecek bir adamın basketbolda nasıl kilitleneceğini...

Bu ülke bu millet her şeyin en güzeline layık. İnşallah bu takım bize güzel bir duygu yaşatacak...

Dualarım onlarla...


10 Eylül 2010 Cuma

İyi Bayramlar...



Bir bayrama daha sağlık, sıhhat, huzur içinde, yakınlarımızla, sevdiklerimizle kavuştuk. Ne kadar şükretsek az...

Ramazan ayında 'bitmesine şu kadar gün kaldı' diyenlerden değilim. Yardımlaşmanın, hoşgörünün, sevginin, muhabbetin diğer zamanlara göre arttığı bir ayı yaşarken 'bu güzellikler bitmesin hep devam etsin' diyenlerdenim. O yüzden içimde biraz burukluk var. Onbir ay daha beklemekten başka çaremiz yok...

Meşhur sözdür, deliye her gün bayramdır. Onlar için fark etmez. Her gün aynı şekilde aynı mutlulukta olabilirler. Hiçbir şey umurlarında değildir onların. Ufacık bir şeyle çok mutlu olabilirler. Bazen akıllı olmak ne kadar da sıkıcı, diye düşündüğüm olur onların bu hallerini gördüğümde.

Biraz da tasavvuftan bir şeyler katalım... Bu sözün bir başka versiyonu vardır. Veliye (Allah aşığı) her gün bayramdır aynı zamanda. Onlar nefislerini, benliklerini eritirler, yok ederler, ortadan kaldırırlar. Onlarda kendileri namına bir şey kalmaz. O zaman her daim bayramdadırlar. Bakışları bayram, halleri bayram, kuru ekmek onlar için en lezzetli yemek, üzerlerindeki yırtık sökük hırka zümrütlerle, mücevherlerle, incilerle bezenmiş çok değerli kaftan, zindanlar, izbe köşeler, barakalar, kulübeler bayram yeri olur.

İyi bayramlar efendim...