27 Aralık 2009 Pazar

Pazar notları


Zor bir yıl geçirdik... Dünya olarak, ülke olarak. Ekonomik, politik ve kültürel anlamda zor bir yıl. Geçici bir zorluk olduğunu da pek zannetmiyorum. Daha zor yıllar bizi bekliyor gibi. Elden ne gelir bilinmez. Gönül ister her şey daha iyiye gitsin. Materyalist medeniyetin sonuna yaklaşıyoruz. Biran evvel sonu gelse de yeni medeniyetlerin kapısını çalsak...

Küstahlık... Özür dilemeyen insana küstah denirmiş. Yaptığı hatanın farkında olup özür dilemeyen. Özür dilemenin bir erdemlik olduğuna vakıf olamamış, aksine eziklik olarak gören ne kadar çok insan var etrafımızda...

Futbolsuz hafta sonları başladı... Yine o boşlukta hissi... Çok kaptırıyoruz kendimizi bu işe herhalde... Bazıları gibi transfer işleri ile de pek alakam yok... Sayılı gün çabuk geçer... Yeter ki sonu şampiyonlukla bitsin... Amin...

Yargıcı mağazalarının sahibi Emir Yargıcı. Bugün bir gazetede röportajı yayımlandı. Bir anda takdir ettiğim adamlar listesine giriverdi şu cümleleri ile : (Gazeteci eski ve bilinen bir marka olarak niye daha fazla büyümüyorsunuz diye soruyor) Niçin büyüyeyim? Yediğiniz yemekle doyup, yan masanızdaki tabağa bakmazsanız, kazandığınız yeter. Parasızlık mutsuzluktur, ama biliyorum ki çok para da mutsuzluktur. Boyumuz büyük olmasın, yaptığımız iş iyi olsun. Büyürsek ayarımız kaçar diye düşünüyorum.

Gothe : İki cinsten herbiri ötekinden kendi başardığı şeyi ister ve ancak şöyle memnun olur:"erkek,kadın onun sözünü dinlerse;kadınsa,erkek ona yardım eder,hizmet eder,dikkat eder,kibar olursa.böylece aşkta rolleri degiştirirler,erkek hakim olmak için hizmet eder;kadın hakim olmak için söz dinler.

Yiğit kime denir? Öfkesine ve şehvetine hakim olan kişiye denirmiş. Var mı etrafınızda yiğit insan?

Mozart'tan A Little Night Music ve kahve eşliğinde kitap okumak... Pazar günü hava kapalıysa, pencere önünde yapılası en güzel aktivite...


21 Aralık 2009 Pazartesi

Taraftar Olmak ve Luton Town


Türkiye'nin en büyük, en popüler, dünya kulübü olma yolunda ilerleyen ve büyük yol alan kulübünün taraftarı olmanın onurunu yaşıyorum. Ancak gönlüm bazen; daha küçük, daha içine kapalı, daha faal olabileceğim kulüp arıyor.

Luton Town çok zor günler yaşıyor. Yukarıda saydığım her iki kategoriye de girmiyor. Çok köklü bir klüp ancak yapılan hatalar finansal krizi beraberinde getirdi ve kulüp şu an üçüncü ligde mücadele ediyor. Kötü gün dostları sadece kulübü sahipleniyor. Sayıları az değil ama çok da değil. 2020 yılını kendilerine hedef koymuşlar.

Bugün kulübün resmi sitesinde yukarıdaki fotoğraf eşliğinde bir haber yayınlandı. Maple Road'daki stadları karla kaplanmıştı ve temizleyecek yeterli aletleri yoktu. Taraftarlarından yardım istiyorlardı. Yarın ve öbürgün sabah dokuzdan itibaren kürek ve el arabalarıyla stada gelecek gönüllü taraftarlarına sahayı temizlemek için çağrıda bulundular.

Londra'da olsam işimi gücümü bırakır giderdim herhalde. Aynı şeyi kendi kulübüm de istese yaparım.

Acaba kaç kişi gelirdi Kadıköy'e kulüp böyle bir istekte bulunsa? Bence büyük bir izdiham olma ihtimali çok fazla. Peki bu görüntüyü gören futbolcuların performansı değişir mi? Ne kadar profesyonel olsalar bile...

20 Aralık 2009 Pazar

Pazar notları


İnsan hayatı... Bir yandan şunun çocuğu olmuş haberi, diğer yandan şunun babası gitmiş haberi... Sevinçler ve hüzünler karmaşası içinde geçen ömürler... Kimsenin hikayesi kimseninkine benzemiyor. Ama başlangıç ve sonlar aynı... Peki başlangıcı ve sonu aynı olan bu oyunun ortasında ne yapmalı? Bunun cevabı kolay değil ama aramak lazım. Aramıyorsan sonun hüsran...

Kuzen Ahmet'in kız çocuğu gelecekmiş. Gelecek, büyüyecek, okullara gidecek, evlenecek, çocuklar vs... Bu hikayenin hangi kısmında 'bana müsade diyerek' izin isteyeceğiz bakalım? Ve ne zaman onu karşımıza alıp 'bir gün bir haber geldi Ayşe'cik geliyormuş diye' konuşacağız?

Eleştirmek... Sözlük anlamı şu: Bir düşünceyi, bir eseri, bir yargıyı inceleyerek doğruluk veya yanlışlığını ortaya çıkarmak ve gerçek değerini belirtmek, tenkit etmek. Eleştirinin içinde övgü de olabilir yergi de. Yergi yaparken bunu kırıcı olmadan yapabilmek bir sanat. Övgü yaparken ise böyle bir sanata pek ihtiyaç yok. Ne kadar güzel översen o kadar fazla ruhunu okşarsın eleştirdiğin kişinin o ayrı. Aman yergi yaparken kelimeleri dikkatli seçelim...

Seksenli ve doksanlı yıllarda her ay yeni albümler yeni gruplar çıkardı Türkiye ve Dünya piyasasına. Takipte zorlanırdık. İnternetin olmadığı o zamanlar kısıtlı bütçemizle müzik dergileri alır ve harçlığımızdan arttırdıklarımızla kasetler alır ve bu kasetleri arkadaşlar arasında değişir ve kayıt yapardık. Şimdi şartlar çok gelişti ama bu sefer de müzik üretimi azaldı. Gittiğimiz gece kulüperinde hala doksanlı yılların şarkıları çalınıyor. Doksanlı yılların genci olarak benim hoşuma gidiyor ama yeni nesil için durum iç açıcı değil...

Çeklerin Devlet başkanı Vaclav Havel'in bir sözü ile bitirelim. 'Yirminci yüzyıl toplumları o toplumda kaç tane mühendis olduğuna göre değerlendirilirdi. Ama yirmibirinci yüzyıl toplumları o toplumda kaç tane bilge, kaç tane filozof olduğuna göre değerlendirilecek'

Obrigado Carlos


Çocukluğumuzda hayalini bile kuramadığımız bir şeydi onun Fenerbahçe formasını giymesi. Hem de öyle bir iki maç da değil. İki buçuk yıl giydi.

Duygusal bir yapıya sahip bu adam, ilk geldiği yılında, sağlanan ortam sayesinde, uyum sorununu çabuk atlatıp bence çok başarılı oldu. Bunda Zico'nun da büyük etkisi var tabi. O sene Şampiyonlar Liginde çeyrek final oynamamızda baş aktörlerden biriydi. Chelsea maçlarında oynasa belki sonuçlar daha farklı olacaktı.

Aragones döneminde suratlar asılınca onun da futbolunun yüzü asıldı. Bundan cesaret alan bazı cahillerin tribünde 'geldiğinden beri ne yaptı ki' nankörlüklerini duyar olduk.

Pozitif yaşamın yeşil sahalardaki temsilcisi bize iki buçuk yıl boyunca disiplinin asık suratlı olmak anlamına gelmediğini öğretti. Bazı değerlerin, kazanmaktan daha önemli olduğunu gösterdi.

Hayatımda hiçbir futbolcuyu karşılamaya hava alanına gitmedim. Bir tek o hariç. Kardeşim çok istemişti. Cuma gecesiydi. Gittik... İyi ki gitmişiz. Bir daha futbolcu karşılamaya gideceğimi de zannetmiyorum. Ona hürmeten...

Modern futbolun en büyük yıldızlarından biri Kadıköy'deydi. Değerini ne kadar bildik? Bence yeteri kadar değil.

Teşekkürler Carlos... Bize yaşattığın güzel günler ve kulübümüze verdiğin maddi manevi hizmetler için..

Obrigado...

15 Aralık 2009 Salı

Bittersweet Symphony


Ruhun gıdası dedikleri müzikte; ilham sahipleri, yakaladıkları melodiler sayesinde belki de yüzyıllarca, hep hatırda kalacaklardır.

Hayatta en çok sevdiğim şarkılar listesinde olan bittersweet symphony adlı şakının o muhteşem melodisini reklamlarda sıkça duyar olduk.

Uyuşturucuyla başı derde girip ucuz kurtulan The Verve grubunun solisti Richard Ashcroft yazmış muhteşem sözleri. Bestenin durumu ise biraz muallakta. Şarkı boyunca süregelen melodinin aşırma olduğu aşikar. Rolling Stones'un Last Time adlı şakısını alıp başına bir intro koymuş Andrew Oldham orkestrası. İşte o intro bizim şarkının omurgası oluvermiş...

Şarkıda o kadar pozitif bir hava var ki en umutsuz bir anda bu şarkıyı dinleyerek o negatif havanızdan kurtulabiliyorsunuz. Brit-pop'un en kral zamanları olan 90'lı yılların ortasında çıkmıştı. Bu şarkı sayesinde tanımıştım Richard Ashcroft ve The Verve grubunu. Lucky Man, Drugs Don't Work gibi şarkılarını çok sevmiştik...

Klibi muhteşemdir. Aşağıdaki linkten seyredebilirsiniz. Ömrünüzde bir defa olsun, klipteki gibi, bu şarkıyı dinleyerek yolda etrafı umursamaz bir şekilde yürümenizi tavsiye ederim. Tabi Ashcroft kadar abartmadan...




13 Aralık 2009 Pazar

Düğünler...


Günümüz düğünlerini sevemedim... Çok zorladım kendimi. İnsanların bu mutlu anlarında yanlarında olmak güzeldir dedim. Bak herkes ne güzel eğleniyor, herkes mutlu sen de onlardan biri ol dedim. Olmadı... Olmuyor...

Anormallik bende olduğu kesin. Geçici bir süreç olsa yanlış yoldasınız derdim. Ömrümün sonuna kadar gitmek zorunda olduğum bu seremonilerin bilincinde kendimi telkin etmekteyim ki sıkıntılarımı azaltayım.

Tabii ki evlenen insanları kutlamak icab eder.Bunun için de bir törene ihtiyaç vardır.Toplumların bazı gelenek ve görenekleri vardır. Bu gelenek ve göreneklere bağlı olarak, cenaze ve düğünlerde uygulanan ritüeller vardır. Bunların hepsi olmalıdır. Zamana uydurulmaya çalışılan ancak çoğu zaman becerilemeyen bu ritüeller bana göre insanları komik duruma düşürmektedir. Bunun ayarını çok iyi yapanlar da vardır ancak azınlıktadırlar.

Düğünlerde gördüğümüz bazı tespitleri şöyle yazalım :

Zengin düğünlerinde gösteriş ve müsriflik had safhadadır. Hesabını inşallah verebiliriz.

Paramız var mesajının iki kişinin evlenmesi sırasında verilmesi bana her zaman komik gelir.

Evlenenlerin anne-babalarının iş ve kariyer hesapları; buna bağlı olarak davetlilerin belirlenmesi ile düğünün güzel büyüsü kirletilmektedir.

Bayanlar güzel giyinmek arzusu içindedirler ancak çoğu zaman rüküş olmaktadırlar. Erkeklerin böyle bir çekinceleri olmadıkları için rahattırlar ve her zaman giydikleri bir takım elbise ile durumu idare ederler.

Ergenlik çağındaki erkek ve kızlar düğünlerde ne giyseler yakışmaz. Yaşamımızın bu komik dönemi en çok bu günlerde bizi zorlar.

Evlenmek isteyen ve bir türlü kısmet olmamış kızların kendilerini gösterme yerleridir. Belki bir beğenen olur motivasyonu ile gelirler düğüne...

Oğlu evlenmemiş annelerin yeridir. Gözleri etraftaki kızlardadır. Hayırlı bir kısmet bulmak için bundan iyi yer yoktur.

Genelde kötü müzik çalınır. Müziksever ve düğüne konsantre olamayanların (benim gibilerin) kulakları tırmalanır ancak 'sen çal, yeter ki gürültü olsun biz bir şekilde eğleniriz' edasında tepinen insanlarla doludur düğün pistleri.

Düğünde alkol varsa, düğünün ilerleyen saatlerinde bazı alkol almayı beceremeyen arkadaşlar, sonradan pişman olabilecekleri hareketleri yapma olasılıkları çok fazladır. Bu insanlar yaşları ve toplum içindeki saygınlıkları ne olursa olsun bir anda gecenin şaklabanı pozisyonuna düşerler.

Bir yakının düğünüyse ve piste çıkıp oynamazsan olay olabilir. Düğünümde oynamadı çok üzüldüm cümlesini çok duymuşuzdur.

Düğünlerin çaresiz insanları yaşlılardır. Kimi gürültüden kaçmak ister kaçamaz. Kimi oynamak ister oynayamaz.

Maket pasta kesmek... Kılıç kınından çekilir. Gelin damat, bir çizgi üzerinde kılıcı aşağı doğru indirir. Komedi... Başka bir şey değil...


Bu maddeleri daha da çoğaltabiliriz. En iyisi fazla kurcalamayalım da sizin de aklınızı çelmeyelim.

Haydi eller havaya!!!



9 Aralık 2009 Çarşamba

Sonradan Görme Şoförlerimiz


Aramızda yaşayan bu mahlukatların tek hedefi bizlerin sabırlarını sınamaktır. Bana öyle geliyor en azından... O yüzden mümkün olduğunca etrafımdaki densizlerin, trafikte bana ve başkalarına yaptıklarına sinirlenmem.

Bu mahlukatların olmazsa olmazları ise şunlardır (unuttuğum varsa ekleyin) :

Yolda bir araba boyu öne geçmeyi kar sayar.

Hızı ne olursa olsun, önündeki arabayla mesafesi bir metreden azdır.

Trafiği bir hayat yarışı gibi algılar. Ona göre en önde giden en başarılıdır.

Şerit tanımaz ve huzursuzluğunu etrafa yansıtır.

Soldan gitmeyi marifet sağdan gitmeyi acizlik sayar.

Yaya şeridinin ne olduğunu bilmez.

Kırmızı yandıktan sonra üç saniye daha geçme hakkı var zanneder.

Yeşil ışık yandıktan bir salise sonra kornaya basar.

Sinyal kullanmaz.

Ucuz atlattığı ya da arkadaşlarını yaptığı kazalardan ders çıkarmaz.

Haktan hukuktan bahseder, emniyet şeridinde gider.

Yolun ortasına park edip gider.

Ambulansın peşinden gitmeye bayılır.

8 Aralık 2009 Salı

Çorlulu Ali Paşa Medresesi ve Nargile


Sigara hiç içmedim inşallah hiç de içmem. İçene saygı duyarım ama bir-iki dokundurma yapmadan durmam... Nargile ise çok daha fazla zararlı olmasına rağmen nedense bana keyif, stresten kurtulma, muhabbet, huzur hisleri verir. Nargile içerken daha derin düşünür daha fazla birşeyleri sorgular bulurum kendimi...

Son birkaç senedir moda olan nargile içme bu kadar popüler değildi biz yirmili yaşların başındayken. Kuzenle arada bir giderdik Tophane'ye... Derken Çemberlitaş'taki Çorlulu Ali Paşa Medresesi içindeki mekana yolumuz düştü günün birinde ve bir daha da kopamadık. Kopmak da istemiyoruz belki... Oturduğum caddede en az on tane nargile kafe açılmış olmasına rağmen saat kaç olursa olsun üşenmeden kalkıp gidiyoruz halen...

Peki bizi buraya bu kadar çeken şeyler nedir?

Öncelikle eski ve tarihi bir semt. Yaşanmışlık kokusu mekana sinmiş. Bu kimilerini rahatsız edebilir ama bana huzur veriyor.

Trafiğe kapalı bir caddeden gün içinde binlerce kişi geçerken, kalabalıktan kurtulup bir anda ince iki duvar arasından gizli bir bahçeye giriyorsunuz. On saniye içinde mistik bir havanın içinde buluyorsunuz kendinizi...

Burada içilen nargilenin tadı başka yerlerdekine benzemiyor. Malzemeyi kendi yapmalarının farkı olsa gerek. Böyle şeyler tavsiye edilmez ancak ilk defa nargile deneyecekseniz burası doğru adres...

Türk Kahvesi buranın olmazsa olmazlarından...

Adisyon tutulmaması ve çıkarken yiyip içtiklerinizi sizin söylemeniz mekanın samimyetine küçük bir örnek.

Personel çok güleryüzlü ve yaptıkları işten keyif alıyorlar. Kor dağıtan Mustafa Ağabeyin felsefi sözler ile muhabbetinize katılması, başka yerlerde alışık olmadığımız ve buranın farkını oluşturan önemli bir unsur.

Gösteriş yapma gibi bir kompleksi olmayan insanlar tercih ediyor burayı. Maksat nargile içmek ve muhabbet etmek. Etrafı süzen bakışlara pek rastlamazsınız.

Eski tahta sandalyelerde çok fazla oturunca rahatsız olma ihtimaliniz var ancak buraya da modern yumuşak sandalyeler koyarsanız ambiyansın kaybolma riski var. Böylesi daha iyi...

Nargile içmeseniz de en azından bir çay içmek için bile uğramanızı tavsiye ederim...


5 Aralık 2009 Cumartesi

Shakespeare acaba kim?


Meğer senelerdir süre gelen önemli bir tartışma konusu varmış da haberimiz yokmuş. Gelmiş geçmiş en büyük şair ve yazarlardan biri olan William Shakespear diye biri var mı yoksa kişiliğini gizleyen bir yazar bu adamın imzasını mı kullanmıştı?

Hadi canım demeyelim de bir bakalım ne diyor bu tartışmayı ortaya koyanlar :

Faizle borç verdiği bir alacaklısına yazdığı mektup dışında kendi imzasıyla yazdığı başka hiçbir yazı yok.

Mezarında yazar değil tüccar William Shakespeare yazar.

Okuma yazması olmayan bir kasap çırağı ve panayır oyuncusu olduğu bilinir.

Don Kişotun büyük yazarı, roman türünün babası Cervantes ile aynı yıl aynı ay aynı günde kalemlerini susturmuşlar. (23 Nisan 1616) Tesadüf mü?

William Harvey kan dolaşımını 1619'da bulmuş. Sheakespeare birkaç piyesinde bu bahis geçmiş ancak 1616'da ölmüş.

Öldüğünde, İngiltere'de büyük yazarların öldükleri zaman defnedildikleri Westminister Abbey'e değil Stradford'da bir kilisenin bahçesine gömülmüş.

Bu okuma yazma bilmeyen, İngiltere'den dışarı çıkmamış, yaşadığı bölgede kütüphane bile bulunmayan bir adam nasıl olur da eserlerinde yaklaşık yirmi bin kelime kullanmış?

Bu eserleri yazan bir adamın tarih,felsefe,tıp ilimlerine son derece hakim olması ve Fransızca bilmesi gerekir. Sizce bizim kasap bu ilimlere sahip mi?

Evet karar sizin... Bir kısım insanlar büyük yazar Francise Bacon'ın eserleri sahneletebilmek için kamuflaj olarak bu ismi kullandığını söylüyor.

Herşeye rağmen bu adamın eserlerini okumaya devam ediyorum. Bu şaheserleri kimin yazdığı değil ne yazmış o önemli değil mi?

3 Aralık 2009 Perşembe

İsviçre'de Minare için Referandum


Haber ajansları son dakika haberi olarak verdiklerinde televizyon başındaydım. Referandumdan haberim olmadığı için ilk etapta idrak edemedim neler olup bittiğini...

Olay hepimizin malumu. İsviçre'de referandum yapılıyor ve camilere minare yapılması yasağına %57 evet oyu çıkıyor.

Sonra biranda kıyamet kopuyor ve 'İşte Batı'nın gerçek yüzü' sloganları Türk Basınının tüm organlarında yayınlanıyor. İktidar ve muhalefet hiçbir şeyde görülmeyen birliktelikle İsviçre'ye karşı ağız birliği yapıyor ve sert açıklamalarda bulunuyorlar.

Burada ne sorgulanıyor hala anlayabilmiş değilim. Bir kere böyle bir konuda dahi referandum yapabilme kabiliyeti bir ülke adına gurur verici bir durum. Bu karar iktidarın desteği olmamasına rağmen uygulanması da demokrasinin gelişmişliğini gösterir. Diğer taraftan, gerçekten de, demokrasilerde, ikidebir referanduma gitmek yol değildir. Dahası, bu yol nihayetinde, temsili ve ilkesel demokrasi anlayışını ‘çoğunluk raconu’na feda etmektir. Ancak, referandumları, ‘kamuoyu yoklaması’ olarak dikkate almak gerekir.

Kararı destekliyor muyum? Elbetteki hayır. Demokrasi demek çok kültürlülük demek, azınlık haklarının korunması demek, öbürünün hakkına saygı demek. Bunlardan hiçbiriyle bağdaşmayan bu kararı medeniyetin merkezi olduğu söylenen bir ülkeden çıkması düşündürücü.

Birincisi, Amerika başta olmak üzere dünyaya pompalanan 'her müslüman potansiyel teröristtir' imajı meyvelerini vermeye başlamıştır. İslamofobia, Amerika ve Avrupa'da her geçen gün artmaktadır.

İkincisi, kimse kimseyi kandırmasın. Avrupa'nın belirleyici kültürü Hristiyanlıktır. Laiklik kalkanı arkasında sekiz Avrupa ülkesinin bayrağında haç olduğunu unutmamak gerekir.

Beni bu konuda düşündüren, İslam toplumunun neden öz eleştiri yapmıyor olması. İsviçre halkı, kendilerine ne kadar yanlış fikirler enjekte edilmek istense de İslamın gerçek yüzünü bilseler ya da bilgilendirseler bu oyuna gelmeyecekler.

Neden bu insanlara gerçekleri anlatma yollarını düşünmüyoruz? Neden bu imajı düzeltmek için uğraşmıyoruz?

Tabii bu sırada da bazı şeyleri de görmek gerekiyor. Medeniyetin ve demokrasinin merkezi denen Avrupa'da hızla yayılan bir faşizm var...

Örnek aldığımız yolu iyi seçmek lazım...Özendiğimiz devletlerin gerçekte ne olduklarını görmek gerekir...