18 Aralık 2010 Cumartesi

Stephen Hawking'den


Yaşayan en önemli bilim adamlarından Cambridge Üniversitesi kozmoloji bilimcisi Stephen Hawking'in evren hakkındaki görüşlerine bir bakalım. Sonra düşünelim: Bu dünyaya neden geldim? Nereye gidiyorum? Ne olacağım?

' Bizler nereden geldik? Evrenin yaratılışı nasıl gerçekleşti? Evren niçin şimdi olduğu gibi bir özelliğe sahip? Acaba gün gelecek Evren bir sonla mı karşılaşacak?'

' İşte bütün hayatım boyunca karşı karşıya kaldığım böylesine heybetli sorularla uğraşarak bazı bilimsel sonuçlara ulaştım. Eğer sizler de benim gibi gökyüzünün ihtişamlı görüntüsünü izlemiş ve orada neler olup bittiğini merak etmiş, örneğin Evrenin ne olduğu, nasıl yaratıldığı, hangi şartlarda bugüne geldiği gibi kendi kendinize basit sorular sormuşsanız, aynı soruları kozmoloji uzmanları da soruyorlar ve tatminkar cevap arıyorlar.' v

' Geçtiğimiz 100 yıldan beri sürdürüle gelen çeşitli gözlem,araştırma ve hesaplamalar sonucu artık öğrendik ki, bizler dünya adını verdiğimiz gezegen üzerinde, Güneş merkezli bir sistem içinde bulunmaktayız. Bu sistem de Samanyolu olarak adlandırdığımız bir büyük, çok büyük bir galaksinin içinde yer alıyor. Bu galaksi içinde Güneş gibi 200 milyar daha Güneş mevcut. Bizim galaksimize benzer Evrende daha 100 milyarlarca galaksi var. Ucu bucağı olmayan, sırlarla dolu uzayın genişlediğini, Evrenin Big Bang denilen bir başlangıcı olduğunu, kara deliklerin varlığını, karanlık maddelerle dopdolu bir kainat içinde yaşadığımızı, hatta bir Büyük Çatırdı (Big Crunch) ile kıyametin oluşacağını biliyoruz. Gördüklerimizi anlamayı ve öğrenmemiz gerektiğini de artık biliyoruz.''

15 Aralık 2010 Çarşamba

Yılın Adamı Julian Assange


Time dergisinin her yıl düzenlediği Yılın Kişisi anketinin sonuçları bugün açıklandı.

Dergi editörleri ödüle halk oylamasının favori isimlerini değil Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'i layık gördü.

Yapılan halk oylamasını ABD Dışişleri Bakanlığı'na ait gizli belgeleri yayımlayarak dünyayı sarsan Wikileaks sitesinin kurucusu Julian Assange, birinci sırada tamamlamıştı.


Bu kişi ve internet sitesi hakkında bir kaç bilgi verip fikir yürütelim :

1971 Avustralya doğumlu Assange. Problemli bir çocukluk dönemi geçirdikten sonra 20'li yaşlarda bilgisayar korsanlığından hüküm giymiş. Suçunu kabul edip bir daha yapmayacağına söz verince ceza almaktan kurtulmuş.

30'lu yaşlarını başında Melbourne Üniversitesi'nde matematik ve fizik kurslarına katılıyor. Buradaki bir öğretim üyesiyle çok ilgi gören Underground adlı kitabı yazıyor.

Kitabı http://www.xs4all.nl/~suelette/underground/Underground.pdf adresinden indirip okuyabilirsiniz.

Çevredeki arkadaşları tarafından ağzının sıkı olduğu söylenen Assange aynı zamanda iyi bir gezgin. Zamanının büyük kısmını İsveç'te geçirse de sürekli dünyayı dolaşıyor.

Aslı Alber isimli bir Türk yazılım uzmanıyla (biraz kurcalayınca enteresan bir kişi olduğu belli oluyor) iki yıllık beraberlikleri olmuş.

2006 yılında wikileaks.org internet sitesini kuruyor. Wiki, İngilizce ‘What I Know Is...’in kısaltması. Türkçesi, Bildiğim Odur Ki…
Sitenin kaç çalışanı olduğu bilinmiyor ancak bir söylentiye göre beş sürekli çalışan eleman ve dünya çapında sekiz yüz gönüllü çalışanı bulunuyor. Örgütten ziyade bir birliktelik gibi... Nerede oldukları bilinmiyor.

Açıkladıkları belgelere, genelde hükümetleri ya da çalıştıkları şirketleri cezalandırmak isteyen köstebek çalışanlar sayesinde ulaşıyor. Bu yüzden yayınladıkları belgelerin gerçekliğinde bir şüphe yok. Örneğin dünyayı sarsan son vakanın başrolünde 23 yaşında Amerikalı bir er var. Bradly Manning isimli arkadaşımız orduda istihbarat analistiyken, artık şeytana mı uyuyor yoksa bir şeye mi kızıyor bilinmez 270 diplomatın 251 bin küsur adet gizli yazışmasını cd'lere kopyalıyor.

Belgelerden 25 bin adedi ortaya çıkması durumuda ABD ile diğer ülkeler arasındaki ilişkilere ciddi zarar verebilecek’ (Secret) ya da ‘hiçbir biçimde yabancı ülke temsilcileri tarafından görülmemesi gereken’ (Noforn) seviyesinde belgeler. Top secret olacak belge yok. Sonuçta 3 milyon kişinin bağlanabildiği bir ağdan bu bilgileri kopyalıyor.

Yalnız bu arkadaş Assange gibi ağzı sıkı biri değil. Bu yaptığı işi bir arkadaşıyla chat yaparken anlatıyor. O arkadaş da ayıp ediyor ve arkadaşını ihbar ediyor. Manning şuan tutuklu ve yargılanmayı bekliyor.

Evet genel durum bu... Belgelerin gerçek mi sahte mi olduğu hiç konuşulması gerek bile görülmüyor. Ancak bilgiler, diplomatların kulaktan dolma ya da gerçek bilgilere dayanarak edindikleri bilgiler. O yüzden inandırıcılıkları göreceli.

Şahsi fikrim dünyada anarşist ruhlu 'hacker' olduğu gibi iyiliksever olanları da var. Assnage da bunlardan biri. Eğer emellerine ulaşırsa çağımızın kahramanı olabilir.

Onu yok etmek isteyenler çok bilinen bir yola başvurdular ve cinsel taciz suçlaması ile tutuklattılar. Biraz olayın ayrıntılarına bakıyorsunuz ve olayın tamamen komedi olduğunu anlıyorsunuz. Dün kefaletle serbest bırakıldı. Kefalet ücretini kim ödedi diye düşünürken Michael Moore, Ken Loach gibi aydın şahsiyetlerin ödediklerini öğrendim ki bu çok olumlu bir şey...

Bakalım bundan sonra bu süreç nasıl ilerleyecek? Komplo teorileriyle uğraşan ve okumayı seven insanlar için bir hazine olan son belgeler adeta bir umman. Yenileri ne zaman açıklanacak merakla bekleniyor....

Sürecin ne getireceği bilinmez ancak ABD her durumda bu işten zararlı çıkacak. Az mı çok mu göreceğiz...

14 Kasım 2010 Pazar

Pazar Notları


Etrafımı seyrediyorum. Bazıları, geçici tatminler peşinde koşup, onları yakaladıktan sonra sıkılıp yeni geçici tatminler peşinde koşmaya başlıyor. Sonuç olarak da ne yaparsa yapsın hiçbir şeyi beğenmez bir hal içine düşüyor... Peki hayat bu mu? Bu peşinde koştuklarımıza ulaşanlar mutluluğu, huzuru yakalamışlar mı?

Batının akil ya da bu dediklerimden artık tatmin olamayan insanları, artık pes etmiş, yeni arayışlar peşinde. Yeni tatmin unsurları arıyor onu mutluluğa ve huzura erdirecek. Bunun için doğuya gidiyor. Doğudaki mistisizmde arıyor hayatının anlamını.

Doğu ise batı gibi olma derdinde. Mutluluğun eşyada olduğunu, anlatanlara kanıyor. İçi boş ama dışı son derece süslü o parıltılı dünyaya. Kanmamak da kolay değil hani. Çok süratli ışıl ışıl arabalar, lüks evler, bitmek tükenmek bilmeyen teknolojik ürünler vs. Bunları görüp tatmadan elinin tersiyle itmek de her kişinin yapacağı bir iş değil...

İşte bu minvalde İstanbul bize çok karışık bir hayat sunuyor. Coğrafi ve siyasi açıdan doğu ile batı arasında bir köprü olduğunu, ilkokuldan beri bildiğimiz bu şehir bize bu anlattığım durum ile ilgili iki kapıyı da açan bence dünyadaki tek şehir. Son on yılda yapmış olduğu atılımla batının, yüzyıllardır sahip olduğu kültürel ve manevi mirasla doğunun, nimetlerinin bu kadar iç içe ve bu kadar yoğun hissedildiği başka bir şehri dünyada gösteremezsiniz.

Evet... İstanbul'da yaşayanlar... Çok şanslıyız... Şehir bize iki dünyayı da sunuyor. Bu iki dünyadan da istifade eden var, sadece birinden istifade edip diğerini yok sayan da. İnsanlar arayış içinde dünya üzerinde dolaşırlarken biz bu dolaşımı şehrin içinde yapabilecek durumdayız. Bir büyüğümün dediği gibi : Görene, köre ne...


24 Ekim 2010 Pazar

Derbi Günü


Bir derbi günü öncesi ve derbi gününde bir fanatiğin dünyasında neler olur?

Günler önceden, derbinin hangi gün ve saatte oynanacağının açıklanması beklenir. Zira tüm programlar buna göre yapılacaktır.

Maça gitmek isteyip, kombinesi olmayanı bir stres basar acaba 'bilet alabilecek miyim' diye. Belki de kombine alanların bir kısmının alma nedenleri, derbilerde bu stresi yaşamamak içindir.

Günler öncesinden diğer takım arkadaşlarından tacizler başlar. Karşılık verilir ya da verilmez. Bu kişiye göre değişir.

Derbi havasına bir önceki maçın bitiş düdüğüyle girilir. Minimum altı günlük bu süreç, bir fanatik için işkencedir.

Derbi öncesi hafta; işler çok yoğun olsun, sıkıntılar dertler olsun yine de aklın bir köşesinde maç düşünülür. Her gece yastığa baş konulduğunda 'dört gün kaldı, üç gün kaldı' denir.

Maç gününün öncesinin programı günler önce yapılmıştır. Saat kaçta kimle ya da kimlerle nerede buluşulacak, nasıl gidilecek, ne yenilecek, ne içilecek?

Ne giydiğin de mühimdir? Uğurlu forma, uğurlu mont, uğurlu atkı ya da bunların yenileri. Ya da daha önce giydiğin ama çok sevdiğin bir şeye bu maçla son bir şans verme durumu...

Maç günü ve öncesi futbolla pek alakaları olmayan arkadaşlarının seni araması ve maç hakkında konuşması, kiminin dertleşmesi, kiminin fanatik olmana acır bir halde seninle dalga geçmesi... Sen de bir yandan dinler bir yandan onlar için üzülürsün. Nasıl böyle bir zevkten mahrum oluyorlar diye...

Basının her türlü organından takım hafta boyunca takip edilir. Kimler antrenmana çıkmadı, kimler yarıda bıraktı, hoca kiminle antrenman sırasında özel olarak görüştü. Maç önce kafada kadro yapılacağı için önemlidir bu ayrıntılar.

Maç gecesi uyku tutmaz. Uyunabildiyse da erkenden uyanılır.

Takımına karşı olan sevgin ve karşı takıma olan nefretin artık senin duygularının üst noktaları nereyse oralardadır.

Bir önce oynanmış maçta yaşanan haksızlıklar hatırlanır ve intikam almak gerektiği etrafa iletilir.

Stada her zamankinden daha erken gidilir ya da televizyonun başına her zamankinden daha önce oturulur.

Takım sahaya çıkana kadar yaşanan stres ve heyecan, takımın çıkış tünelinde görülmesiyle en üst noktaya çıkar ve haykırarak bu stresin bir kısmı boşaltılır.

Hakemin başlama düdüğüne kadar dualar edilir ve etrafındaki arkadaşlarınla savaş öncesi son defa vedalaşır gibi sarılınır.

Maç başlayınca da hafızada 'record' düğmesine basılır. Her an senin için tarihi bir andır ve unutulmaması gerekir.

Devre arası skora göre değişir. İki takımın da nasıl oynadığı görülmüştür. Etrafındakilerle değerlendirmeler yapılır. Şu girmeli, şu çıkmalı vs. İkinci devre bir an önce başlasın istenir.

Yenen golün de atılan golün de tarifi mümkün değildir. Nasıl anlatsam boş. Yaşayan bilir. Bence futbolun bu kadar sevilmesinin ana nedenlerinden biridir.

Bu heyecan, yaş ilerledikçe bile değişmez...




26 Eylül 2010 Pazar

Yeniden Pazar Notları


Sonbahar ve İstanbul... En sevdiğim mevsim ve en sevdiğim şehir. Belki sonbaharı sevdiğim için yaşadığım şehri seviyorum. Belki de aşık olduğum şehrin en güzel hali sonbahar olduğu için bu mevsimi seviyorum. Her yıl Eylül sonu geldiğinde ve bu pazar günü gibi hava kapalı olduğunda, bir sonbaharı daha İstanbul'da yaşadığım için şükrederim... Boğaz, parklar, tarihi yarımada tam gezilesi zamanlar... Bir sonbahar günü, Türk kahvesi eşliğinde boğazı seyredin. Bakın nerelere dalıyorsunuz...

Türkiye kabuk değiştiriyor. Yeni bir sürece giriyor. Kimisi diyor yandık, bittik ülke elden gidiyor, kimi de Türkiye dünya lideri ülke olma yolunda ilerliyor. Herhangi bir olgu hakkında bu kadar taban tabana zıt tespit hatırlamıyorum. Ya bir taraf fazla karamsar, ya da diğer taraf fazla hayalci. Oysa bu işin bilimsel ölçümleri muhakkak var. Son 15-20 yılın gsmh değerleri, tüketilen çimento, alınan konut ve taşıt sayısı, tüketilen diş macunu, hijyen ürünleri ve satılan kitap sayıları gibi verilerden bir sonuç çıkarılıp gelecek hakkında fikir yürütebiliriz. Hepimizin isteği refah seviyesi yüksek bir ülkeye sahip olmak. Gerçeği bize gösterecek tek şey zaman.

Bu yaz birçok etkinliğe katılma fırsatı buldum. Konserler, sergiler, festivaller, spor müsabakaları. Unutamayacağım iki aktivite vardı bunların içinde. Biri dünya basketbol şampiyonası Türkiye-Sırbistan yarı final maçı. Diğeri U2 konseri. U2'nun İstanbul'a gelişi, siyasi mesajları ve konserde yaşanan çirkin olaylar reyting uğruna insanların önüne sunuldu. Oysa müziğini bir kenara koyun, olağan üstü bir görsel şov seyrettik o gece. Sahneyi seyretmekten müziğe konsantre olamadım. Bu müzik türünden hoşlanmayanların bile sıkılmadan vakit geçirebilecekleri, büyüleyici bir geceydi. Maç mı? En sevdiğim heyecanlardan birini yine yukarılarda yaşadım. Sokakta top oynayan çocukların güzel ve çekişmeli maçını seyrederken de heyecan duyarsınız. Düşünün böyle bir maçı ama kazanan dünya kupası finali oynayacak. Yürek zor dayandı.

Ortaköy'de üç ay önce açılan bir dondurmacı var. Ciao... Tam cadde üzerindeki Kilise'nin sırasında küçücük bir dükkan. Dondurması muhakkak denenmeli. Bir daha başka yerde dondurma yemek istemeyeceksiniz.

Hayatımda ilk defa, müzik albüm satan bir mağazada 'bu çalan kimdir' deyip albüm aldım. Bossa Hit Lounge. Hit parçaların Bossa versiyonlarını yapmışlar. Rihanna-Umbrella, Coldplay-Viva la vida, James Blunt-You're beatiful bu şarkılardan bazıları. Favorim Maroon5-Sunday Morning.

Bir abim geçtiğimiz gün kız babası olacağının haberini verdi. Sevincini onunla paylaşırken ne kadar çok kız çocuğu olan ve olacak olan var dedim. Bir arkadaşının stresli adamların kızı olduğunu söylediğini söyledi. Bilimsel olarak ne kadar doğru bilmiyorum ama şöyle bir etrafıma baktığımda sanki doğru gibi...

Güzel bir şiirle bitirelim eskisi gibi...

Altı derlerse de şartı imanın
Hemen inanmayın, hemen kanmayın!
Sakın sözlerimi inkar sanmayın,
Hak ile muhabbet ondan öncedir

Kul hakkı eğer olursa masal,
Neylesin ona saç neylesin sakal?
Ahlaksız ibadet, delik bir çuval,
Cömertlik, merhamet, ondan öncedir

20 Eylül 2010 Pazartesi

Derbi sonrası Fenerbahçe Üzerine...


Çok büyük üzüntü içerisinde ayrılmıştım Trabzonspor ile oynadığımız geçtiğimiz sezonun son maç sonrası staddan. 2006 yaşadığımız Denizli travmasının üstüne benzerini (evimizde olduğu için biraz daha acı verici olan) yaşadıktan sonra yine radikal bir karar vermem gerektiğini düşünmüştüm. 2006'da aldığım karara göre sevdiğim kulübe karşı artık biraz bencil olacaktım. Sevince ortak olduğum kadar üzüntüye ortak olmayacaktım artık. Sözümde de duruyordum.

Bu sefer de 12 yıldır kesintisiz takip ettiğim futbol takımını bu sene biraz kesintili takip etmeye yani kombine almamaya karar verdim. Zor da olsa bu kararı uyguladım. Yine de sezon başından beri Kadıköy'de oynanan üç maça gitme fırsatı buldum.

Dün gece sonrası şunları düşündüm :

Oniki senedir bir defa derbi kaçırmıştım. Bu süre zarfında derbi heyecanı yaşamadığım tek maç dün akşamdı. Bu sadece benim yaşadığım bir his değildi. Maçtan önce stadda gördüğüm herkesin ifadesinde bu derbi heyecanından eser yoktu.

Bu heyecanı bilen bilir. Maçtan önceki gece geçmez. Gece geçer, sabahtan akşama kadar dakikalar sayılır. Maçla ilgili haberler içeren gazeteler okunur. Ne giyileceği günler önceden bellidir. İstediğin onbir ve diziliş, kağıtlara karalanır. Maça saatler kala artık dayanılamaz ve stada doğru yol alınır. O havayı solumak bünyeye daha iyi gelir. Takımın otobüsü, rakip takımın otobüsü, deplasman taraftarı ile dalaşma vs.

Bunların hiçbirin yaşamadım bu maçtan önce...

Sonra maç öncesi tribün şov başlar. Pankartlar, meşaleler, maça özgü bayraklar...

Bu maç öncesi tribün şovu : Son birkaç maçtır açılan çubuklu bayrak ve konfeti makinesinden konfeti şov. Bence acizliğin gizlenmesinden başka bir şey değil bunlar.

Maçlar kaybedilir kazanılır ama bir taraftar olarak bana asıl acı veren bu tablodur. Tribündeki o çok emek vererek kazandığımız ruh artık yok. Bir daha kazanmak kolay ama bu düzende çok zor.

Umut var mı? Kısa vadede pek yok. Bu uğurda (bahsettiğim ruhu kazanmada) emek veren herkese sanki planlı programlı yapılıyormuş gibi teker teker yıldırma politikası uygulandı ve hala uygulanıyor. Bu insanlar bir daha dönmemek üzere uzaklaşmadılar. Belli bir sürecin sona ermesini bekliyorlar.

Evet bunları düşünerek eve döndüm....

Maç mı? Alex'in pasifize edilmeye çalışıldığı, herhangi bir kurgunun ya da sistemin görülemediği bir oyun düzeni... Bu düzende her maçı üç ihtimalin de olabileceğini göz önüne alınarak izlenmeli...

Üzücü olan aldığın yolların aslında bir tesadüf olduğu. Geriye gitmek... Merdivenleri birer birer çıkarken düşmek ve aşağıya doğru yuvarlanmak....

Olsun Fenerbahçe'm...

Sevgimiz formaya. Ne giyene, ne giydirene... Giyen ve giydirene ancak saygı duyarım bizim sevgimize eş değer bir sevginin kırıntılarını onlarda görürsek eğer...



12 Eylül 2010 Pazar

Final ve Basketbol Dünyam




Çocukluğumda basketbola başlangıç yaşı bu zamanlar gibi 5-6 yaşlar değildi. Ne bu kadar spor okulu vardı ne bu kadar tesis ne de bu kadar eğitmen. İlkokul5'i bitirir bitirmez Ataköy Spor Merkezi denen bir salonda ilk basketbol eğitimini aldım. Bir yaz sezonu çalışmasının ardından iki sene Galatasaray kış okuluna devam ettim. Küçük bir altyapı maceram da oldu. Bu zamanın basketbolunun akil adamlarından Cem Akdağ, Murat Özyer, Ekrem Memnun; altyapı koordinatörleri olarak basketbolun temellerini öğrendiler. Sayelerinde basketbolu çok sevdim ve en azından bir basketbolcu bir maçı nasıl seyretmesi gerektiğini öğrendim.

O günler ile ilgili küçük bir anı : Sene 1991 ve Galatasaray'ın Florya, Lise, Ortaköy ve Beyoğlu olmak üzere dört tane altyapı okulu var. Sene sonu bu okulların oyuncularından seçme takımlar arasında turnuva yapılacak. Florya takımına seçildim ve çok heyecanlıyım. Maç günü geldiğimde birisi şöyle bir şey söyledi : Beyoğlu takımında oyun kurucu bir çocuk var. 78'li ama inanılmaz oynuyor. Geleceğin yıldızı olacak diyorlarmış. Ben de ondan bir yaş büyük olmanın verdiği cesaretle ne kadar olabilir düşüncesi içindeyim. Derken maç başladı. Oyun kurucu olarak arkadaşı benim tutmam gerek ama o kadar hızlı ki göremiyordum onu. Her attığı giriyordu. Atmasa asist yapıyordu. Gözlerinden oyunu çok iyi okuduğu belliydi daha 13 yaşında.

Moralim çok bozulmuştu. Çünkü o gün hiçbir şey olduğumun farkına varmıştım. Daha sonraları okul ağır bastı ve sokaklarda basketbol oynamaya devam ettim. O ise her geçen gün adını daha fazla duyurdu. O Kerem TUNÇERİ'ydi.
İlk maçlara babam götürmüştü Spor Sergi'ye. Sanırım 88-89 yılları. 90'da şampiyonluğumuzu hatırlıyorum. Spor Sergi ayrı bir yazı konusu. Oranın girişi çıkışı, insan kitlesi, üst kat...

Dawkins ve Michael Scors zamanlarını çok az hatırlıyorum. Ama Larry Richard, Pete Williams çocukluğumun kahramanlarıydılar.

O yıllarda Basket dergisi vardı. Ahmet Kurt çıkarırdı. Sonra Fast Break çıktı. Odamın bir duvarı tamamen bu iki dergiden çıkan posterler ile kaplıydı. Cumartesi günleri NBA action ve pazar gündüz bir NBA maçı yayınlanırdı. Yine de işim gücüm oyuncu istatistiklerini takip etmekti. Efsane Lakers kadrosu : Magic Johnson, Byron Scott, James Worthy, Michael Cooper ve Karim Abdul Jabbar...

Patrick Ewing, Clyde Drexler, Larry Bird, Isiah Thomas ve tabi Michael Jordan...

95,96 yılları Fenerbahçe... Henry Turner, Dallas Comegys, Hakan Yörükoğlu, Ömer Büyükaycan, Levent Topsakal...

Abdi İpekçi vardı artık hayatımızda. Harlem gösterisi ile açılmıştı salon. Benim için o kadar iyi olmuştu ki. İki tren durağı tren mesafesindeydi artık maçlar.

Her Fenerbahçe maçına giderdim. Yerim belliydi. Takımın hemen arkasında en ön. Yağmur, çamur, kar demezdim. Kimse olmazsa yalnız giderdim. Bu kadar takip eden çok az insan vardı. Sima olarak tanırdım ama yanlarına gidip dertleşme cesareti bulamazdım kendimde.

Sonra Allah bana o takımla soyunma odasında sevinmeyi, o takıma bir şekilde hizmet etmeyi nasip etti. Efsane malzemeci Erkan abi beni ilk Fenerium'da çalışırken ilk gördüğünde 'sen o çocuksun seni tanıyorum' demişti...

Ve yine o yıllarda Efes Pilsen ve Aydın Örs fırtına esiyordu. Peter Noumoski, Ufuk Sarıca, Volkan Aydın, Larry Richard ve Tamer Oyguç. Biraz Taner biraz da Oktay oynardı bu takımda. Sekizinci adam yoktu. Her Avrupa maçına giderdim. Salon tıklım tıklım olurdu. Bu takıma daha sonra rahmetli Conrad Mc Rea ve Murat Evliyaoğlu dahil olmuş ve Koraç kupasını almışlardı.

Sonra 2001 Avrupa Şampiyonası. Final'de Sırplara yenilmiştik ama bu bile bizim için büyük başarıydı.

Artık Türk takımları ve milli takımın Avrupa'da sözü geçmeye başlamıştı. Elle tutulur bir başarımız yoktu ama hep yukarılarda dolaşıyorduk.

Ta ki bu şampiyonaya kadar. Hazırlık turnuvalarında pek umut vermiyor gözüküyordu. Ama geçtiğimiz senelerde o turnuvalardan çoğunu kazanmış, asıl turnuvanın sonlarında nefesimiz kesilmişti.

Şimdi finaldeyiz. Hem de Amerika'ya karşı...

Bu benim için rüya ötesi bir durum. Çocukluğumda tek başıma evde sünger topumla plastik potama basket atarken sürekli Türkiye Amerika'ya karşı oynama oyunu oynardım. Magic Johnson karşıma alırdım... Genelde kazanırdım bu maçları.

Dün akşam maç bittiğinde ağlıyordum. Çünkü çocukluğumun bir rüyası daha gerçek olmuştu(hep söylerim dünyanın en şanslı insanıyımdır). Binlerce şükürler olsun Allah'a...

Bu rüya benim için sonlanmıştır. Altını almayı tabii ki çok isterim. Hatta çok da uzak değil bana göre. Sırp maçından zor geçmeyeceğini tahmin ediyorum...

Bugünleri bize yaşatan herkese binlerce kere teşekkür. Başta oyunculara ve teknik heyete tabi...

Bu akşam da dualarım sizinle...

11 Eylül 2010 Cumartesi

Yarı Final Günü


Çok heyecanlıyım. Çok nadir bu duygular içinde olurum. Dakikaları sayıyorum. Çok şükür bileti olan 17.500 şanslı insandan birisiyim.

Eğer finale kalırsak ayrıntılı bir yazı yazmak istiyorum. Öncesinde bu rüyayı bize yaşatanlara şimdiden teşekkür ediyorum. Bu maçı oynamak bile büyük bir başarı. Ama buraya kadar getirdiğimiz bu işi güzel daha güzel sonlandırabiliriz.

Kasırga gibiyiz Kaan Kural'ın söylediği gibi. Bu saatten sonra karşımıza kimin çıktığı çok önemli değil. Ancak bu turnuvalarda sürekli yarı final, final oynayan bir ekolün genç temsilcileriyle oynuyoruz. Salonda kurulacak baskıya karşı bu genç rakibin tepkisinin nasıl olacağı maçın senaryosunu yazacak. Yunanlar ve Slovenler bu baskıyı kaldıramadılar. Sırplar'ın, Litvanya'lıların ve hatta genç Amerika takımının da bu baskıyı kaldırabileceğini zannetmiyorum. O yüzden kupayı almak hayal değil.

Tek korkum, maç başa baş giderse ya da takım geriye düşerse, takımın ve salondakilerin reaksiyonu ne olur? Çünkü turnuva boyunca (ilk maç stresinin olduğu Fildişi ve Yunanistan maçını geçmiş olmanın rahatlığıyla çıkılan Porto Riko maçları bence ölçü değil) hep uzak ara öndeydik.

Teodosic - Ömer Onan ikilisinin mücadelesini zevkle takip edeceğiz. Ömer inşallah bir kez daha bütün dünyaya gösterecek bir adamın basketbolda nasıl kilitleneceğini...

Bu ülke bu millet her şeyin en güzeline layık. İnşallah bu takım bize güzel bir duygu yaşatacak...

Dualarım onlarla...


10 Eylül 2010 Cuma

İyi Bayramlar...



Bir bayrama daha sağlık, sıhhat, huzur içinde, yakınlarımızla, sevdiklerimizle kavuştuk. Ne kadar şükretsek az...

Ramazan ayında 'bitmesine şu kadar gün kaldı' diyenlerden değilim. Yardımlaşmanın, hoşgörünün, sevginin, muhabbetin diğer zamanlara göre arttığı bir ayı yaşarken 'bu güzellikler bitmesin hep devam etsin' diyenlerdenim. O yüzden içimde biraz burukluk var. Onbir ay daha beklemekten başka çaremiz yok...

Meşhur sözdür, deliye her gün bayramdır. Onlar için fark etmez. Her gün aynı şekilde aynı mutlulukta olabilirler. Hiçbir şey umurlarında değildir onların. Ufacık bir şeyle çok mutlu olabilirler. Bazen akıllı olmak ne kadar da sıkıcı, diye düşündüğüm olur onların bu hallerini gördüğümde.

Biraz da tasavvuftan bir şeyler katalım... Bu sözün bir başka versiyonu vardır. Veliye (Allah aşığı) her gün bayramdır aynı zamanda. Onlar nefislerini, benliklerini eritirler, yok ederler, ortadan kaldırırlar. Onlarda kendileri namına bir şey kalmaz. O zaman her daim bayramdadırlar. Bakışları bayram, halleri bayram, kuru ekmek onlar için en lezzetli yemek, üzerlerindeki yırtık sökük hırka zümrütlerle, mücevherlerle, incilerle bezenmiş çok değerli kaftan, zindanlar, izbe köşeler, barakalar, kulübeler bayram yeri olur.

İyi bayramlar efendim...

6 Temmuz 2010 Salı

Dunning-Kruger Sendromu



Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş" diye düşündüğünüz oldumu hiç?
Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı?; onlara bakıp "Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç geçirdiniz mi?
Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:
"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:
Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimin-dedir.
· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerini n farkına varmaya başlarlar.
Bitmedi...
Cornell Üniversitesi' ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...
Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin "kendilerine güvenleri" müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmalarıhalinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.
Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayan-lar ise "en alçakgönüllü" deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.
Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:
"İşinde çok iyi olduğuna" yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme' karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.
'Eksiler' kariyer açısından 'artıya' dönüşür.
Sonuçta, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler.. .
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında 'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile suçlanırlar... "
Bertrand Russel'in bir sözüyle bitirelim :
"Dünyanın sorunu,
akıllılar hep kuşku içindeyken
aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır."

17 Haziran 2010 Perşembe

Regaip Kandili


Evet bu akşam Regaip Kandili de… Nedir bu Regaip? Nedir bu kandil?

Regaip, elde edilmesi arzu edilen değerler demektir. Allah, bu gecede, kullarına bol bol rahmette bulunduğu için bu adı almıştır.

Regaip gecesinin içinde bulunduğu Recep ayı, halk dilinde "üçaylar" olarak anılan rahmeti, bereketi ve mağfireti bol olan manevi bir ticaret mevsimine girişin habercisidir.

Bu gecede öncelikle yapılması gereken, nefis muhasebesidir. Yani iç gözlemdir. Madde ve mana arasındaki dengenin, madde lehine bozulduğu; insanlar ve toplumlar arası ihtilafların bütün dünyayı olumsuz yönde etkilediği; akl-ı selim yerine silahların konuştuğu bir zamanda insanın ruhunu derin kırılmalardan ve acılardan koruyabilmek için, nefis muhasebesine her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Nefis muhasebesi, varlığımızın özünde var olan ve kimliğimizin temelini teşkil eden ahlaki değerlerimizi kaybetme tehlikesinden bizi uzak tutacak, en emin yoldur. Dinin bize ısrarla tavsiye ve telkin ettiği bu yol, ihmal veya terk edilirse, insanın varlığı değersizleşir. Bunun toplumsal tezahürü de, arsızlık, ahlaksızlık, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, kin ve intikam duygularının yaygınlaşması; merhametsizlik ve sevgisizlik biçiminde ortaya çıkar. Nefsiyle muhasebesini hakkıyla yapanlar ve iç dünyasına yönelenlerde görülen ilk değişim, bütün kötülükleri reddetmek ve Allah’a sığınmaktır.

İşte Regaib Gecesi, sözü edilen nefis muhasebesinin yapılması bakımından bulunmaz bir fırsat. Ne yapıyorum? Nereye gidiyorum? Ne olacak bu ömrün sonunda?

İyi kandiller efendim...

15 Haziran 2010 Salı

Erzurum Oltu Cağ Kebap


Cağ kebap diğer kebaplara benzemez. Diğer kebapların kötüsünü burun kıvırıp yersiniz. Ama cağ kebabın kötüsü çok zor yenir. Sert olursa çiğne çiğne boğazdan geçmez. Gebze Darıca'daki Erzurum Oltu Cağ Kebaba iş dolayısıyla gittiğim her Gebze ziyaretimde uğramadan geçmem...

Sabah şişe bir tane döner takıyorlar ve 2-3 arası bitince yenisini takmıyorlar. Yetişebilene...

Burada sadece cağ kebap ve meşhur Erzurum kadayıf dolması satılıyor. Bir lokantada eğer menüde sadece bir çeşit yemek varsa korkmayın. Adam iyi yapmak zorundadır. En kötü damak zevkinize terstir. O yemeğin en iyisini yeme şansınız bu tür lokantalarda çok fazladır diyebilirim.

Etin terbiyesinin sırrı ustadaymış. Söylemek istemiyor. Kebap ağızda eriyor, yedikçe yiyesiniz geliyor. Ben kekik ve pul biber ekmeyi tercih ediyorum.

Kadayıf dolması senelerce yemesem aramam. Ama burada cağ kebabının arkasından yeyince tadı bir başka geliyor. Ne kadar erken giderseniz sıcak yeme şansınız o kadar fazla ki bu tatlıyı sıcak yemek makbul.

Dekorasyon çok zayıf. Ama her zaman dikkat ettiğimiz lezzet-samimiyet ikilisi üst düzeyde...

Yolunuz düşerse değil, mutlaka gidilmesi gereken bir lokanta!!!


14 Haziran 2010 Pazartesi

Beatles


Efsane grup Beatles... Pop-rock müziği dünyaya sunan, sevdiren, hala sıkılmadan dinlettiren ve dinlettirecek olan, tartışmasız gelmiş geçmiş en büyük müzik grubu...

Bobiler.org sitesi de severek takip ettiğimiz bir site. Gördüğünüz çalışmada bu siteden çıkma. Yapanların ellerine sağlık. LİVERPOOL yazarken 'i' harfini büyük kullanmaları da çok manidar...

Yine özür...


Son yazıyı yazalı otuz beş gün olmuş... Yoğun çalışma temposu zamansızlık gibi mazaretler fayda etmez... Özür diliyor ve kaldığımız yerden devam ediyoruz...

9 Mayıs 2010 Pazar

Pazar Notları


Anneler günüymüş bugün... Benim için bir anlam ifade ediyor mu? Elbette hayır. Çok şükür her gün annemin varlığının ve değerinin farkındayım. Çok şükür hala yanımda ve çok şükür o da bugünün anlamsız olduğunu düşünüyor. Anne sevgisinin bile nasıl paraya döndürülebileceğinin hesabını yapan bir düzende yaşıyoruz. Bütün hafta boyunca kampanyalarının nasıl daha fazla duyurulabileceğinin yarışı içinde olan markaları gördük. Bu düzenin sonunun iyi olmadığı aşikar. Sakın bana modernlikten çağdaşlıktan bahsetmeyin. Eğer modernlik ve çağdaşlık bu ise geri kafalı ve yobaz olmayı tercih ediyorum.

Çözemediğim bir konu var. Kadınlar ve ayakkabı... Nedir bu tutku? Neden etek, pantolon değil de ayakkabı? Her kadın kendi bütçesine göre uygun yerleri buluyor, alışverişini yapıyor. Ünlülerin özel ayakkabı odaları olduğunu okuyoruz. Giysiyi tamamlayıcı bir aksesuar olduğunu kabul ediyorum ancak acaba detaylara takılmıyor musunuz? Kıyafet daha önemli değil mi? 150 yıllık moda tarihinde bir pazarlama taktiği olarak kullanılıyor ayakkabılar ve tabi bir de çantalar... Ve sevgili bayanlar... Siz de bunu yiyorsunuz kusura bakmayın...

Sporseverler için mayıs ayı demek heyecan demek, stres demek, mutluluk demek, hüzün demektir. Şampiyonlar bu ay belli olur. Bütün turnuvaların finalleri bu ay oynanır. Tadından yenmez. Bayan basketbol takımı final serisinde 2-0 önde, erkekler %90 finalde Efes'le oynayacaklar. Futboldaki durum malum. Yürek son hafta dayanabilecek mi bakalım.

Dersimiz yine Tolstoy. Yaşama sebebimiz (bana göre) aşk hakkındaki tanımı şöyle sevgili düşünürümüzün : Aşk 'nefsini feda etme' şeklinde olduğu zaman gerçektir. Evet, aşk demek, parayı, kuvveti, bedeni sevilen şey için adamak demektir. Ve kainatın ayakta durması da ancak bu aşkın ayakta durmasıyla mümkündür. Hayatın ta kendisidir. Hem de kederden, yokluktan kurtulunmuş ve güzelliklerle dolu sonsuz bir hayattır. Muhakeme ile keşfedilen veya bir faliyet neticesinde olan birşey değildir. Bu bizzat bizi her taraftan kuşatan ve biz bu hali en küçük yaşımızdan başlayarak bilimin telkinleriyle vicdanımız yanıltılıncaya dek süregiden zaman zarfında kendimizde hissederiz.

Yemek konusunda mekan merakımı bilenler bilir. Burada temel gözettiğimiz husus lezzet ve ortamın samimiyeti. Ambiyans, sunum, hijyen gibi faktörler benim için sonra sıradalar. Food and Travel'de bu ay Mehmet Gürs ile yapılmış bir röportaj var. Kendisi ile İstanbul'da lezzet mekanları hakkında sohbet yapılmış. Sohbet için buluşma mekanı Hocapaşa seçilmiş. Bilmeyenler için anlatalım. Hocapaşa denen mevki Sirkeci ile Cağaloğlu arasındadır. Hocapaşa Cami'nin önünde durun ve etrafı seyredin. Birbirinden güzel esnaf lokantalarının kokuları sizi mest edecektir. Namlı köfteci, eski kasap dönercisi, hocapaşa pidecisi ilk aklıma gelen lokantalar. Mutlaka gidilmeli...

Hz. Mevlana ile bitirelim :

Ey saki daha önce verdiğin şaraptan...
Bir iki kadeh daha ver de neşemizi arttır.
Ya onun tadına baktırmayacaktın
Ya da küpün ağzını açtığına göre körkütük
sarhoş etmelisin.



25 Nisan 2010 Pazar

Pazar Notları


Baharın getirdiği enerji ve tatile gidenlerin şehri boşaltmasıyla trafiksiz muhteşem bir İstanbul yaşıyoruz üç gündür. Aman bitmesin... Yoğun iş mi? İş ne zaman bitti ki? Dertleri yazdığımız defterin hiç bütün maddelerini çizip artık bir şey kalmadı dediğiniz oldu mu? O yüzden güneşin baharın keyfini çıkarın... Binbir çeşit lalelere bakıp gülümsememek mümkün mü?

Ne olacak bu Ermeni meselesi? Kaç yıl daha bizimle beraber yaşayacak? Birçok Ermeni arkadaşımla bu işleri samimi bir şekilde konuştum. Onlar da rahatsız. Biz de kestik siz de kestiniz diyorlar ki bence haklılar. Diasporanın birlik olabildiği tek konu bu olduğu için bu kadar üstüne gidiyorlar. Bu mesele biterse diasporanın birlik olabileceği başka bir mevzu olabilecek mi acaba? Samimi bir şekilde tartışacak bir şey kalmadı bence. Masaya 'soykırım yaptınız' diyerek oturulmaz. İlk başlarda daha ılımlıydım ama zaman geçtikçe karşı tarafın pek de iyi niyetli olmadığını görüyorum...

Şu klişeyi hepimiz biliyoruz : Kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanırlar. Peki ya tersi mümkün değil mi? Bir erkek olarak beni güldüren kadınlardan hoşlanıyorum. Neden bu işi cinsiyete indirgiyoruz. İnsan kendini güldüren insanlardan hoşlanır desek olmaz mı?

Karikatür severim. Geçtiğimiz yıllarda sürekli takip ettiğim dergiler de oldu. Yiğit Özgür karikatüristler arasında en sevdiğim çizer diyebilirim. Umut Sarıkaya da kendisini zorlar. Üslupları farklı... Yeni kitabı yayımlandı. Gecenin bir vakti okurken yataktan düşme durumlarına düşebilirsiniz. Ülkece tam hakkını veremediğimiz bir adam olarak görüyorum kendisini...

Kokoreçi seven çok seviyor, sevmeyen yanına bile yaklaşamıyor. Sade kokorecin tadı birşeye benzemiyor. Biraz domates, biber, kekik, kırmızı biber katınca tadından yenmez oluyor. Bu anlaşılmaz yiyeceği denemek istiyorsanız Üsküdar'a gitmelisiniz. Şehirler arası otobüs servislerinin kalktığı yerde Güneş Kokoreç bu işin ustasıdır. Yirmidört saat açık olan mekanda midye ve sucuk da var. Diğer kokoreçler farkı mı nedir? Gidin yiyin sonra konuşalım...

Mehmet Akif Ersoy ile bitirelim :

Geçmişten adam hisse kaparmış...

Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

18 Nisan 2010 Pazar

Pazar Notları


Bugün derby günü. Hem de evde oynayacağız. Nisan sonu ve mayıs ayı bizim gibi iflah olmaz futbol severlerin bayram günleridir. Son haftaların getirdiği heyecan derby ile birleşince kalpler biraz daha fazla atmaya başlar. Gönül kazanmak ister…

Voleybol erkekler şampiyon. Bayanlar bir sürpriz olmazsa şampiyon olurlar. Bayan basketbolcular da öyle. Erkek basketbol en az final oynar. Futbolda her şey olabilir. Bakarsınız iki kupada gelmiş. Sıkıntılı ve zevksiz geçen bir sezonun ardından bunların hepsi gerçekleşir mi? Neden olmasın?

Aceto’nun sayfasında gördüm. Jose Mourinho : ‘I am still the special one, for sure. You want to try and succeed in your job like I have done in mine inside three years? You have no chance.’ Evet çok ukalaca. Ama bu adama da ukalalık yakışıyor sanki…

Tolstoy… Yazılarını okudukça ona olan hayranlığım her geçen gün artmakta. Geç keşfetmenin üzüntüsünü, zararın neresinden dönersen kardır sözü sayesinde unutuyorum. İşte hayat üzerine düşüncelerinden bir alıntı :

Herkes kendi menfaati için yaşar. Kendi menfaatini istememek, yaşamamak demektir. Hissettiği hayat, yalnızca kendi şahsi hayatıdır. Gerçek hayat sahibi olarak sadece kendisini görür. Çevresindeki diğer varlıkları ise sözde hayat sahibi şeklinde tasavvur eder.

Diğer varlıklar için bir kötülük arzu etmemesi, onların elem ve ıstıraplarını görerek muzdarip olmamak içindir. Başkaları için bir iyilik istemesi de yine onların şahısları için olmayıp başkalarının mutluluğundan kendisine fayda payı çıkarabilmek içindir.

Gerçekçi olmak gerekirse haklı değil mi Tolstoy? İtiraf edelim…

İstanbul Film festivali… Geçen sene iki filme gitmiştim. Bu sene iki elin parmaklarını geçtim. Festivalin izleyicisi de, ortamı da, koşuşturması da farklı… İKSV’ye teşekkürler. Gittiğim filmler arasında bir değerlendirme yaparsak :

En iyi : Aşkın Son Mevsimi ( muhteşem Helen Mirren performası)

En Kötü : 36 Dağ Manzarası (ilk onbeş dakika ne olduğunu anlamayınca uyunulan film)

En iyi senaryo: Büyük Hata ( Atom Egoyan’ın son filmi Hitchcock filmleri tadında)

En anlaşılmaz : Suç Unsuru (Lars von Trier’in ilk filmi. Benden uzak olsun.)

Konak pastanesi… Galata Kulesi’nin giriş kapısını gören sokaktan aşağıya doğru yürüyün. Elli metre ileride solda Konak Pastane’sini göreceksiniz. İçeriyi girin, asansöre binin ve terasa çıkın. Olağanüstü İstanbul manzarası, güzel yemekler ve olağanüstü tatlılar sizi bekliyor. Eğer İstanbul’a ilk defa gelen bir misafiriniz varsa onu İstiklal caddesinden Tünel’e oradan Galata’ya, oradan da bu pastaneye getirin. Burada yenilecek tatlıyla beraber içilen yorgunluk kahvesi sayesinde İstanbul’a aşık olacaktır…

Neyzen Tevfik ile bitirelim :

Ne ararsın ALLAH ile aramda..

Sen kimsin ki orucumu sorarsın.?

Hakikaten gözün yoksa haramda…

Başı açığa niye türban sorarsın.?

4 Nisan 2010 Pazar

Pazar Notları


Hamursuz bayramı bitmeden bu sefer de Hristiyanların Paskalya'sı başladı. Sultanahmet, Beyazıt, Eminönü, Balat, Fener, Taksim, Beyoğlu cıvıl cıvıl turistlerle dolu İstanbul'da. Dünyanın dört bir yanından gelen (daha çok Yunan, İspanyol, İtalyan)Hristiyanlar kutsal mekanları ziyaret ediyorlar. Hepsinin bayramı kutlu olsun. Ne güzel renk şehrimiz için. Dünya başkenti diye boşuna demiyoruz...

Birkaç senedir moda olan kafelerde bin bir çeşit kahveler satılıyor. Hepsinin tadı ayrı bir güzel ama bizim Türk Kahvesi gibisi var mı yoksa alışkanlıklarımız mı bizi bu düşünceye sevk ediyor? Her yemekten sonra arar oldum...

İstanbul Film Festivali başladı. 18 Nisan'a kadar sürecek festival filmleri için geç kalınmadı. Çok güzel filmler var. Bir kaç tavsiye : Bay Hiçkimse, Greenberg, Yepyeni Bir Hayat, Orjinal Altyazılı...

Fenerbahçe... Futbolda yaşadıklarımız yetmiyormuş gibi bize bir Voleybol Bayan maçında bile şu heyecanı yaşattıysa kabul edelim anormallik bizde. Kızlarla ne kadar gurur duysak az. Bugün final maçı var. Kaybetseler de (ki inşallah kupayı alırlar) bu büyük başarıyı bize yaşattıkları için teşekkür ederiz. Doğru ekip, doğru yatırım, doğru yönetimle birleşince başarı kendiliğinden geliyor. Bu üçlemeyi basketbol ve futbolda da göreceğimiz günler olur inşallah...

Artık bahar geldi. Kazakları, montları kaldırmanın zamanı da. Lale festivali başladı. Her yer cıvıl cıvıl... Sabahları kalkarken hissedilen isteksizlik ve yorgunluğu baharın gelişine verelim. Kapalı ve hafif rüzgarlı havalar tercihimizdir ancak çok soğuk ve çok sıcaklara tercih ettiğimiz şu günlerde çocukların gözlerindeki ışıltıyı görmek bile yetiyor.

2011 şampiyonlar ligi finalinin yeri açıklandı : Wembley! Daha Madrid'e gitmeden düşünmek bile erken ama bu büyüleyici şehir ve stadda final maçı nasıl olur? Hayal etmeden nasıl duralım?

Euronews haberleri... Eğer dünya ve Türkiye gündemini tarafsız bir şekilde takip etmek istiyorsanız, bir süredir Türkçe yayın yapan bu kanalı takip edin...

Bir cuma gecesi saat 1. Taksim Kitchenette. Bir masada Hilmi Yavuz diğer masada Ara Güler. Hilmi Yavuz'un karşısında yirmili yaşlarda bir bayan. İstemeden kulağımız gidiyor konuşmalara. Kızın ağzından küfürlü sözler çıkarken Hilmi Bey'in tepkisi sıfır. Ne oluyor ne bitiyor bilmiyorum ama şaşkınım...

Şu dünyanın özü aşktır (bana göre). Kimisi paraya, kimisi eşyaya, kimisi bir insana, kimisi bir kulübe, kimisi yaptığı işe aşıktır. Bir de Allah aşıkları vardır. Hz. Mevlana bu aşıkların hocasıdır diyelim en basit tabirle. Bir tanım yapmış. Yukarıdaki her çeşit aşka uygun :

Aşıklık gönül iniltisinden belli olur. Hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim, asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada ve koşup durmaktadır ama aşk bahsine gelince; çatlar aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yatar kalır.




30 Mart 2010 Salı

Hamursuz Bayramı


Her dine saygımız sonsuz. Dininin gereklerini yerine getirmeye çalışanlara olan saygımız daha da sonsuz. Bir şeye inanmak gibisi var mı? Çok uzun mevzu...

Musevi cemaati hamursuz bayramını (pesah) kutlamaya başladı. İsrail'de 8 gün, İsrail dışında 7 gün (diaspora diyorlar) kutlama devam edecek.

Tevrat'a göre Mısır'da Firavun'un köleleri olarak kullanılan ve üzerlerine ağır işler yüklenen Yahudiler, Tanrı'nın yardımıyla Musa'nın önderliğinde Mısır'dan çıkarlar. Ancak bu çıkış o kadar acele ve apar topar olmuştur ki, Yahudiler kendileri için hazırladıkları ekmeklerin hamurlarının mayalanmasını beklemeden pişirirler. Bu yüzden, bu bayramda mayalı hiçbir ürün tüketilmez. Pesah boyunca museviler mayasız hamurdan yapılmış matsa adındaki ekmeği yerler.

Yahudiler Hamursuz Bayramı'nda hiçbir kabaran veya mayalanan ürünü tüketemeyecekleri gibi, buğday, arpa, darı, yulaf, çavdar adı verilen tahılları ve bundan üretilmiş yan ürünleri de (makarna, bira, ekmek, vb.) evlerinde bulunduramazlar.


Hamursuz Bayramı'ndan önce evde büyük bir temizlik yapılır. Her taraf elbiselerin ceplerine kadar aranarak bu türden ürünlerin bulunmaması sağlanır. Evde bulunan bu türden ürünler satılabilir, bayram sonrası tekrar satın alınabilir. Ancak evde unutulmuş bu türden bir ürün bayramdan sonra bulunsa dahi yenmez.

Hamursuz Bayramı'nın ilk iki ve son iki gecesi akşam evde ziyafet düzenlenir. Bu sofraya Seder adı verilir. Sofrada Hamursuz Bayramı'na özgü yiyecekler bulunur ve Mısır'dan çıkışın hikâyesini anlatan Agada diye bilinen hikâyeler okunur.

Başta Musevi arkadaşlarımın ve tüm musevi cemaatin bayramını kutlarım.



Serseri Mayınlar


Ferzan Özpetek sinemasına olan sevgimiz malum. 1997 Hamam filmiyle başlayan serüveni hep sinemada takip ederim. Sekizinci filmi Serseri Mayınlar'ı da ilk gün seyretme imkanı buldum...

İtalya'da büyük ilgi gören Özpetek, Karşı Pencere filmiyle İtalya'nın üst düzey yönetmenleri arasına girmişti. O filmden bu zamana kadar yapılan filmlerde gişe başarısı Karşı Pencere kadar yüksek değildi. Ta ki Mine Vaganti'ye kadar. Bu da filme olan merakımızı daha da arttırıyordu.

Filme gelecek olursak... Klasik Özpetek sinemasının çok güzel bir örneği diyebiliriz. Bu sefer en belirgin fark ise ilk defa güldürmeyi denemiş. Bence gayet başarılı olmuş.

Filmlerindeki olmazsa olmazlar yine mevcut. Güzel müzikler, güzel bir sofra etrafında toplanmış insanlar, eşcinsel ilişkiler...

Size hayata dair değişik sorular sorduran Özpetek filmleri yine bu filmde de bize hayatı sorgulatıyor ve şu mesajları veriyor :

İmkansız aşklar asla ölmez

Hep başkalarının istediğini yaparsan hayat yaşamaya değmez

Seni istemeyen binlerce insan arasından seni seven birini bul

'Normal' ne korkunç bir kelime!!!


Filmin şarkısı 50 mila (elli bin göz yaşı) defalarca dinlenesi bir şarkıdır.

Filmin repliği :

- Ne kadar da çirkinsin

- Ben de sizi çok seviyorum hanımefendi...

Tavsiye ederiz efendim...