27 Ocak 2010 Çarşamba

Türkiye Nüfusu


Türkiye İstatistik Kurumu adrese dayalı tespit ettiği sonuçlara göre nüfusumuz 72 milyon 561 bin . Bunların 36 milyon 462 bini erkek, 36 milyon 98 bini kadın.

Ancak makas, elli beş yaşından itibaren kadınlar lehine açılmaya başlıyor. Yaş ilerledikçe kadınların sayısı erkeklere göre katlanıyor. 90 yaş üstü nüfusta 16 bin 465 erkeğe karşın, 50 bin 365 kadın var. 85-89 yaş arası grupta 70 bin 842 erkeğe karşılık 140 bin 725 kadın yaşıyor.
Nüfusun ortalama yaşı 28,8 (erkeklerde 28,2 kadınlarda 29,3).
Ey Türk Erkekleri! Bu verileri iyi okuyun iyi yorumlayın....

En kalabalık ilk üç şehir :

İstanbul : 12 milyon 915bin

Ankara : 4 milyon 650 bin

İzmir : 3 milyon 868 bin

Nüfusu en az üç il :

Bayburt : 74 bin 710

Tunceli : 83 bin 061

Ardahan : 108 bin 169


24 Ocak 2010 Pazar

Pazar Notları

Gelecek, geliyor, Sibirya soğukları geliyor derken sonunda geldi. Evet soğuk tamam da abartmaya pek meraklı medyamızın şu panik yaratma sevdasına kim dur diyecek? Ukalalık gibi olmasın ama Moskova'da, Prag'da, Edinburgh'da bu soğuğun on kat soğuğunu gördüm. Zaruri olmadıktan sonra dışarı çıkma lüksümüz ortadan kalkıyor o kadar... Herşeyi zamanında yaşayalım... Kışın kışı yazın yazı...

Afyonumuz futbolsuz ellerimiz titriyordu. Lig başladı da kendimize geldik. Bu oyun soğuk havada güzel derim hep... İdeal zaman; serin hatta biraz soğuk bir havada (bere ve atkı takılmalı) cumartesi 14-15 civarıdır. Cuma akşamı oynanan maçın, az seyirciye rağmen sahadakilerin birbirleriyle ve zeminle mücadelesi, bizim takımın galibiyeti ile sonuçlanarak futboldan aldığımız zevki daha da arttırdı. Neyin ne zaman nasıl olacağı belli olmayan sürprizi bol bu oyun bize son onbeş dakikasında umut, sevinç, şaşkınlık, panik, intikam, zafer duygularını yaşattı. On beş dakikada bu kadar duyguyu bir arada yaşatan başka bir aktivite varsa beri gelsin... Futbolu sevenleri anlamayanlar lütfen bu pencereden bakın. Bu zehrin panzehirini biliyorsanız söyleyin de biz de kurtulalım bu eziyetten. Çünkü sefadan çok cefası bol...

Avrupa Kültür Başkenti İstanbul'umuz kara büründü. Dün çoğu yerde sabah saatlerinde elektrik ve doğalgaz yoktu. Ana arterleri tuzlyan belediye affedilmez bir hata yaparak metrobüs yolunu tuzlamamış ve ototbüsler yolda kalmış. İstanbul'um bunları hak etmiyor. Kültür başkenti değil bana göre (Napolyon'a göre de) dünyanın başkenti olmaya layık bir yer. Ancak tüm bu modernleşme çabaları içinde altyapıyı hala düzeltememiş bir belediye var. Yedi yıldır işin başındaki zat bence iktidarın en büyük talihsizliği. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinden doktorası olan bir başkansın ve hala Taksim meydanından belediye otobüsü kaldırıyorsun. Tez kellesi vurula...

Bu seneki gezi turlarımızda hedeflerden biri ortadoğu. Çok merak ettiğim bu kültürün bir kapısından girmek gerekiyor artık. Halep, Şam, Kudüs, Tahran ve tabii ki Mekke... Kısmet diyelim...

Mercan Dede'nin son albümü 800'ün son parçası Neredesin? Defalarca dinliyorum son günlerde sıkılmadan... Şiddetle tavsiye edilir.

Hz. Mevlana ile bitirelim : İnkar eden ile inananın birliği, ten bakımındandır. Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak. O beden testisi, abı hayatla doludur; bu beden testisi, ölüm zehriyle. İçindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gittin...

20 Ocak 2010 Çarşamba

Whatever Works


Woody Allen filmleri, mütevazi film koleksiyonumun bir kısmını oluşturur. Her filmini zevkle seyrederim. Vizyondaki son filmi Whatever Works (kim kiminle nerede?) de bu filmlerden biri...

İnsan ilişkilerine dair ortak tutumun düşüncelerini kaale almadığını, ilişkilerinde kimseyi kendi duygu ve düşüncelerinin baskısı altında bırakmayan bir doğaya sahip olduğunu her filminde göstermeye ve her fırsatta birbirine karışan diyaloglarında iğneleyici ve esprili bir dille kendini ifade etmeye çalışmış, bu şekilde günlük hayatın anlamsız rutinliğini ve bu rutinliği oluşturan ayrıntıları irdelemiştir.

Bu film de yönetmenin tipik filmlerinden biri (tabi Match Point ve Cassandra's Dream gibi olağanüstü yazılmış ve kurgulanmış gerilim filmlerini ayrı bir kenara koyuyorum). Film boyunca hayatı sorgular 'şu ne kadar saçma, şu çok anlamsız' der, filmin sonunda da 'en iyisi fazla kafana takma, hayatı akışına bırak' mesajı verir. Bu filmde de aynısını yapıyor. Son filmlerini Avrupa'da çeken yönetmen, bu filminde çok sevdiği şehri New York'a dönüş yapıyor.

Seinfeld'in yapımcısı ve senaristi daha sonra Curb Your Enthusiam dizisinin herşeyi Larry David filmde başrolde. Pek ısınamadığım bir tip ama zeki, huysuz, yaşlı karakterine uymuş. Yine de Woody Alen'in oynamasını tercih ederdim.

Büyük şehire gelince düştüğü heyecanla ana karaktere (Larry David) aşık olan sarışın kız (Rachel Wood), sürekli kafelerde takılan büyük şehirlerin sanat insanları, sonradan görme şehir insanları, dejenere ilişkiler, kapitalizmi aşağılayan kesitler var filmde. Kapitalizm aleyhine bu kadar repliğin döndüğü filmde özgürlük heykelinin güzelliği üzerine de bir selam çakmış Bay Allen. Sistemi eleştirip sistemden de beslenirim felsefesine devam etmiş kısacası ama her zamanki gibi izlenesi renkli, zekice bir filme de imza atmış.

Tavsiye ederiz efendim...



19 Ocak 2010 Salı

Herşeyden Biraz...


Herşey hakkında bilinmesi mümkün olan herşeyi bilerek külli bir bakış kazanmış olmuyoruz gerçi. Yine de, herşey hakkında bir parça malumat sahibi olmamız gerekiyor. Çünkü, herşeye ilişkin bazı şeyleri bilmek, bazı şeyler hakkında herşeyi bilmekten çok daha iyidir. Böyle bir külli bakış daha hoştur. İkisine birden sahip olunması, herşeyin herşeyiyle bilinmesi elbette daha da iyi olacaktır; fakat, bir tercih yapmamız gerekirse, seçmemiz gereken şık, herşeye ilişkin birşeyler bilmemizdir. Dünya bunu biliyor ve böyle yapıyor. Dünya çoğunlukla iyi bir yargıçtır çünkü.

Bu sözler benim değil, büyük düşünür Pascal'ın sözleri. Katılırsınız katılmazsınız ancak gereksiz bilgiler çöplüğüne sahip benim gibiler için umut verici...

Bir de şöyle bir durum var. Bitirmemiz gereken bir işe kolaydan mı başlamak gerekir zordan mı? Feylesofların görüşlerini bulursam paylaşacağım...

17 Ocak 2010 Pazar

Pazar Notları


Daha yeni yeni havalar soğumaya başladı. Şiddetli bir soğuk havanın bu hafta geleceğini söylüyorlar. Herkes şikayetçi. İnsanoğlu nankör işte. Yazın sıcaktan bunalır şikayet eder, kışın soğuktan donar şikayet eder...

Bu domuz gribi işi ne oldu şimdi? Bitti mi? Nasıl bitti? Herkes aşı oldu ve salgından ülkece kurtulduk mu? Kimi kandırıyorsunuz? Bir oyunlar döndü bu işte. Dünya sağlık örgütü bu işin ilaç fabrikalarının işi olabileceğini açıkladı. Tam bir skandal. Halkı yönlendiren medya, bir anda döndü ve pardon yalanmış bu işler dedi. Garibim halkımız da kime inanacağını şaşırdı. Benden tavsiye inandığınız ve güvendiğiniz kişilerin bilgilerini dinleyip kendinize bir sonuç çıkarın. Her durum için bu böyle...

Aşık olduğum şehir İstanbul bu sene Avrupa'nın Kültür Başkenti oldu. Benim gönlümün başkentini dünyaya ne kadar anlatabileceğiz bakalım. Bence gayet güzel bir açılış yapıldı. Halkla iç içe ve halktan kopuk olmayan bir açılış. İnşallah devamı gelir. Bir türlü kıymenitini bilemediğimiz şu şehir hakkında nefret kusan sözler sarfedenleri duyar duymaz o kişiden uzaklaşmaya çalışıyorum. Hayatta başarılar kendisine... Selametle...

Hiç canlı mehter takımı dinlediniz mi? Sevmeseniz de bir kere dinleyin. Her pazar Harbiye Müzesi bahçesinde, her cumartesi Sultanahmet meydanında konser veriyorlar.

Günde en az on tane aldığımız sms reklamlarından kurtulma imkanımız artık var. Turkcell aboneleri 444 0 535 i arayarak reklam almak istemediklerini söyleyerek bu illetten kurtulabilirler.

Muhsin Ertuğrul Sahnesinin yıkımından önce önünde eylem yapanlar bir özeleştiri yapacaklar mı? Eğer yapmazlarsa daha sonra yapacakları eylemlerin tutarlılığını tartışmayacak mıyız? Ön yargıları yıkalım artık. Sizin yüzünüzden her sene en az üç konser iki oyun izlediğim ve çok sevdiğim AKM büyük salonunda bir etkinliğe katılamıyorum.

Üç yaşında en sevdiği oyuncağını her yere yanında götüren çocuklar gibi Mazhar Alansonun kitabından çıkan cd'yi hep yanımda taşıyorum. ne olacak bu halim?

Yunus Emre ile bitirelim :

Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek, seni
Ben yanarım dünü günü, bana seni gerek seni.
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek, seni.


Mercan Dede Konseri


Kimileri etnik müzik kimileri dünya müziği kimileri de New Age diyolar bu müzik türüne. Ben ayırt edemiyorum aralarındaki farkı. Her ne olursa olsun bu müziği çok seviyorum.. İnsanı kısa bir zaman da olsa kendi dünyasından alıp başka dünyalara götürüyor. Müzik dinlemenin de amacı o değil midir zaten. Tefekkür etmek... Kendinle, etrafındakilerle, hayatla...

Mercan Dede bu işi Türkiye'de en iyi yapanlardan biri. Dünya müziği sektöründe hatırı sayılır bir saygınlığı var. Verdiği mesaj, müziğinin diliyle o kadar net ki. Müzik üstüne söz yazmaya gerek yok. Sadece huzur ve barış istiyor.

Dün akşam İstanbul Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamındaki Sultanahmet meydanındaki konserine gittik. İki senedir canlı dinleyemiyordum, özlemişim. Sahnesi değişmiş. Türk müzik aletlerinden oluşan genç bir orkestra üstada eşlik ediyor. Çok başarılılar. Semazenler konserlerinin olmazsa olmazı.

Ayasofya meydanında dinlemek ayrı bir zevk. Dünyada eşine rastlamadığım güzellikteki bu meydanda, kalplere üflenen neyin sesi, iliklere işleyen soğuğu hissettirmiyor.. Bir saatin nasıl geçtiğini anlayamadık.

Günümüz Türk müziğinin en değerli kişilerinden Mercan Dede'ye saygım sonsuz. Başarıyla müziğimizi dünyanın dört bir yanına götürüyor. Kültürümüzü tanıtıyor... Sağolsun varolsun...

Merak edenler için; www.mercandede.com adresinden müziklerini dinleyebilirsiniz.

Son Günlerde Fenerbahçe


Kulüpteki her adımı takip eden binlerce kişi var. Bunlar da görüyor ki 100. yıldan sonra kulüpte varolan huzursuzluk, diken üstünde yürüme, her geçen gün daha da artıyor. Bir başarı gelirse bu huzursuzluklar unutuluyor ya da rafa kaldırılıyor. Başarı gelmezse de birileri tarafından unutturuluyor. Bir taraftar açısından hiç hoş bir durum değil.

100 yılı aşmış bir tarihi olan kulübün diğer kulüplerden bazı farkları olması gerekir. Sporcularının, kulübe geldiklerinden itibaren, o zamana kadar ki hal ve hareketlerini bir kenara bırakıp Fenerbahçe sporcusunun olması gerektiği hal ve hareketleri benimsemesi gerekir. Bunu bizim kulüpte pek göremiyoruz ancak bunun tam tersini daha fazla görür olduk futbol şubesinde. Yani bırakın Fenerbahçe'yi özümsemeyi, gelen adam kendi hal ve hareketlerini Fenerbahçe'ye empoze etmeye çalışıyor.

İşte burada askeri disiplin ile iş disiplini arasındaki fark devreye giriyor. Önder ve Kazım'a gece hayatları ya da yaşadıkları olaylar yüzünden kulüp bulmaları isteniyor. Diğer futbolculara 'ayağınızı denk alın' mesajı iletiliyor. Aman ne güzel!

Gökhan Ünal transfer edildi. Bu futbolcu sezonda otuz gol atsa ne olur? Fenerbahçe'ye böyle onlarca oyuncu geldi gitti. İnşallah mahçup olurum. Sembol bir oyuncu camiamıza gelmiştir.

Spor Sergi Sarayında seyrettiğim ilk maçlardan birinde yanımda Hüsnü Çakırgil oturmuştu ve daha Fenerbahçe'ye transfer olmamıştı. Düşünün ne kadardır basketbol takımını takip ettiğimi. Yirmi yıldan fazladır takip ediyorum, ben bu kadar kimyası bozuk ve hocasına inanmayan bir Fenerbahçe takımı görmedim. Başarısızlıklar yaşanır ama bu imkansızlıklardan dolayıdır. Basketbol takımı maddi sıkıntılarına rağmen sahadaki mücadelesi ile hep bize 'futbolcularda da böyle mücadele isteği olsa' dedirtmiştir. Yaşanan bu kadar hezimet derecesine varan mağlubiyetlerin ve başarısızlıkların onda biri futbol şubesinde olsa bugün teknik kadrodan bir kişi kalmamış hatta bazı futbolcular kadro dışı bırakılmış olurdu. Peki neden basketbol için bu geçerli olmuyor? Demek ki ortada başka bir işler dönüyor. Bizim aklımız ve saf taraftar kimliğimiz sizin bu kurnazlıklarınızdan anlamaz diyelim. Ama sakın bizim duygularımızla oynayıp 'taraftarımızın desteği, taraftarın isteği vs' hamasi laflarla kendi çıkarlarınıza alet etmeyin. Tarih sizi de sorgulayacaktır.

Bu kadar kirliliğin arasında Bayan Voleybol Takımımız efsane bir yıl yaşatıyor bize. Dün Galatasaray'ı 3-0 ile geçtiler ve hala Türkiye liginde set vermediler. Voleybolda böyle şeyler pek yaşanır mı bilmiyorum ama bu spora sevgiyi ve ilgiyi arttıran bu takımı ne kadar alkışlasak azdır. Yılın takımı olmayı bence şimdiden hak ediyorlar.

Son ahkamımız da Fenerium ile ilgili olsun. Yeni gelen Fenerium yönetiminin takdir ettiğim bir yönü var. Fiyatlar her geçen gün makul seviyelere iniyor. Piyasada satılan muadil ürünler ile Fenerium ürünleri arasındaki büyük fiyat farkı azalmış durumda. Bu güzel bir şey. Ancak yeni gelen yönetime, yaptığı ürünlere bakarak değerlendirirsek taraftarlardan kopuk oldukları aşikar. Günlük giyime uygun olarak sundukları Cadde koleksiyonu genel koleksiyonun büyük bir kısmını oluşturuyor. Bu konuda daha önceleri yapılan çalışmalar Fenerium'da başarısız oldu. Hadi yanlış ya da kalitesiz yapıldı diyelim, bu tür koleksiyonlar prestij koleksiyonlarıdır. Toplam ürünlerdeki oranı %10-15 i geçmez. O çok takip ettiklerini söyledikleri büyük kulüplere bakarlarsa bunu çok rahat göreceklerdir. Hele bu koleksiyonun içinde yer alan siyah-beyaz triko, bordo kazak ve pembe gömlek çok talihsiz ürünlerdir. Lefter forma güzel düşünülmüş ancak teknik olarak yanlışlarla doludur. İnşallah bu yoldan en az zarar edilerek dönülür ve fazla ısrarcı olunmaz.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kurtlar Vadisi



Son yedi sekiz yıla damga vuran bu diziyi daha on dakika seyretmişliğim yok. Seyreden herkese saygı duyuyorum. Ancak bu beşer onar dakikalık diziyi ziyaretlerimde gördüğüm kadarıyla oyunculuk performansına ve teknik kısımlara yeterince özen gösterilmiyor. Demek ki senaryo çok kuvvetli ki bu gibi hususlar izleyici tarafından pek dikkate alınmıyor.

Türkiye'de milyonların takip etmesini hadi anlayabiliyorum bir derece ancak yurt dışında neden bu kadar seviliyor anlayamıyorum. Geçtiğimiz yaz dizi oyuncularının Makedonya ziyeretlerini haberlerde seyretmiştim. Onbinler dizi oyuncularını karşılamış, Polat Alemdar denen kişi meydana toplanmış bu binlerce kişiyi bir halk lideri edasıyla selamlamıştı.

Bir başka husus geçen sene Özbekistan'da başıma geldi. Giriş çıkışta problem yaşama ihtimali olan bu ülkede gergin bir şekilde pasaportumu yetkili polise verdim. Bana yarım yamalak Türkçesiyle 'Polat Alemdar'ı biliyor?' diye sordu? Tebessümle 'evet' dedim. 'Seyrediyor?' dedi. 'Hayır' deyince gözleri açıldı 'niye' dedi. Ne desem olmayacak 'vakit yok' dedim. Özbekçe bir şeyler söyledi diğer arkadaşlarına ama sanırım hakkımda iyi şeyler söylemedi... Meğer Özbekistan'da da izlenme oranı yüksekmiş.

Balkanlar'dan Türki Cumhuriyetlerine uzanan bu fenomen dizi şimdi de diplomatik krize neden oldu. İsrail Dış İşleri Bakanlığı, Türkiye'den özür dilemesini istiyor. Dizinin yapımcısı açıklama yapıyor ve yaptıklarından pişmanlık duymadıklarını, hatta Kurtlar Vadisi Filistin adlı yeni bir projelerinin olduğunu söylüyor. Bir yerlere güveniyor ki böyle bir açıklama yapabiliyor ya da yaptırılıyor...

Alt tarafı dizi diyoruz ama neredeyse savaş çıkacak. Dünya ne hal aldı? Allah sonumuzu hayır eylesin...

12 Ocak 2010 Salı

Bebek Kokusu

Daha aileye açıklanmamış yeni gelecek bebeğin haberini tesadüfen öğrenince akılma geldi daha önceden okuduğum şu satırlar...

Yaşam ve ölüm arasındaki mucizevi karşılıklı etkileşim anı, ruhun bedende olduğu doğum anıdır. Yaşam süremiz ilk nefes ile son nefes arasındaki süredir. İlk nefes anında, doğumdan hemen sonra, yeni doğanların deri ve nefeslerinden gelen kokular tüm bitkilerin örnek kokusuyla aynıdır.

Yeni doğanın kokusu, onu kucağına alanın aklında ve kalbinde en derin ve en yoğun sevgi ve merhamet duyguları yaratır.

Bu koku benzersiz bir kokudur ve asla yeterince alınamaz. Bu kokunun mutlak bir saflık ve temizliği vardır. Ve içimizin, Yaratıcı'ya karşı güven ve teslimiyet duyguları ile dolmasına neden olur (Çok sevdiğim bir ağabeyim anlatmıştı. Çocuğu olduğu güne kadar yaratıcının varlığından şüphe duyar hatta inkar edermiş. Ama o gün kızını kucağına alınca mutlaka bir yaratıcının var olduğunu kabul ettiğini söylemişti).

Bebekler saf ve günahsız doğarlar; içlerinde ilahi nur ve barış vardır. Şüphesiz büyüdükçe masumiyetlerini yitirirler ve dünya hayatı içine battıkça -benlik makamı diyelim buna- bu koku da kaybolur.

10 Ocak 2010 Pazar

Pazar Notları


Orta yaşlara adımı attık. Beden çok belli etmese de ruh kendini belli ediyor. Nasıl mı?
Eskisinden daha fazla titizim. Eskiden rahatsız etmeyen dağınıklıklar ve estetik dışı görüntüler şimdi rahatsız ediyor.
Çok konuşanlar, boş konuşanlar, yüksek sesle konuşanlar, küfürlü konuşanlar,dedikodu yapanlar artık rahatsız ediyor. Eskiden etmezdi ya da dikkat etmezdim ediyor mu etmiyor mu diye...
Gençliğin ya da delikanlılık zamanı yapılan fiziki şakalar eskiden pek rahatsız etmezdi, güler geçerdik. Sözle yapılan zeka içeren şakalara geçiş yapamamış insanların yaptığı densizlikler artık rahatsız ediyor.

Avrupa karlar altında, bizde hala sonbahar havaları... Üzülsek mi sevinsek mi?

Mirkelam'ı da Kargo'yu da senelerdir severek dinlerim. Altı ay evvel Kargo'dan Koray ve Serkan ayrıldıktan sonra birleşme kararı almışlar. Çok önemli bir prodüktörle de çalıştıklarını duyunca Hayal Kahvesindeki canlı performanslarını görelim dedik. Sonuç; Mirkelam güzel, Kargo güzel, Mirkelam+Kargo ııh... Belki bunu söylemek için erken ama göze hoş gelen bu güzel birliktelik ilk duyuşta kulağa pek hoş gelmedi. Yeni şarkıları için ilk etapta sıradan diyelim. Belki dinledikçe daha çok severiz.

Ezel... Dizi pek seyretmem ama bu diziyi sevdim. Türk dizler içinde bu kadar ayrıntılı ve özenle hazırlanmış bir senaryo daha önce var mıydı bilmiyorum Eğer varsa kaçırmışım ancak Ezel'in senaryosu çok etkileyici. Geri dönüşlerin (moda tabirle flash-back) bu kadar güzel ve yerinde yapıldığı başka bir yerli çalışma görmedim. Oscar Wide, Francis Bacon, Shakespeare'in özlü sözlerinin diziye serpiştirilmesi ve gençler arasında her bölümden sonra tartışılması hem sevindirici hem üzücü. Dizide verilenlerden bin kat kadar güzelleri klasik kitaplar içinde mevcut. Hadi üşenmeyin de bir yerden şu okuma işine başlayın. Sadakat, intikam, aile, sevgi kavramlarını çokça gözlemliyorsunuz. İnsan kendi adına da dersler çıkarabilir. Seyredin derim ama çok geç kalınmış bir tavsiye sanırım.

Bir kitaptan (ismi lazım değil) çıkardığım sonuç: Hayatta iki şey ile mücadele ediyoruz. Şeytan ve nefs. Yani karşı taraf iki biz biriz. Yardımcıya ihtiyacımız var. Hangi dine mensup olursak olalım inananlar bu ikiliye karşıya mücadele için Allah'tan yardım istiyorlar. Onun yardımı olmadan bu ikiliyle yapacağımız maçta fark yeriz diyorlar. Ya inanmayanlar? O çok güvendikleri akıl ve mantıklarıyla bu ikiliye kafa tutabileceklerine inananlar. Başarabilecekler mi? Şimdiye kadar başaran yok. Belki o ilk olur. Niye mücadele edeyim ki diyenler olabilir. Etme... Görelim bakalım etmeyince ne oluyor... Ya ibret olursun ya örnek...

MFÖ ile bitirelim. Uçtum Uçtum Uç Oldum'dan :

Nerden çıktın karşıma
Uçurdun uzaklara
Baharda yazda kış olunca
Uçtum uçtum uç oldum
Bir topacık suç oldum


Mazhar Olmak


Mazhar Alanson denen efendinin hayatımdaki yeri ayrıdır. Hayata bakışı, tavırları, besteleri ve bu besteler üzerine yazdığı güftelerin etkisi çok fazladır üzerimde. Benim için yaşayan efsanedir. Evet belki örnek olmayacak bazı davranışları da mevcuttur ancak hayranlık işte böyle birşey. Görmüyorusunuz o birçok güzelliğin yanındaki birkaç ufak kırıntıyı...

Onun hayatını derinden etkileyen büyük insan Muzaffer Hoca kesiştiğimiz en büyük noktadır. Allah ona da bana da böyle bir yüce şahsiyeti tanıma imkanı vermiş. Ne kadar şükretsek az. Onu anlatmak ayrı bir yazı değil bir kitap konusu. Onun aşkına Mazhar Bey de özeniyor ben de... O bestelerle iyi kötü ifade etmeye çalışıyor. Bende öyle bir kabiliyet yok ama biz de güncel hayatta bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

1988'de Diday Diday Day ile Eurovizyona katıldıklarında onbir yaşındaymışım. Bu adamları ilk orada dinlediğimi varsayalım -ki kesin daha önce de dinlemişimdir çünkü Ele Güne Karşı'nın çıkışı 1985'tir-şu an hala bu şarkıyı dinlemekten büyük zevk alıyorsam her zaman söylediğim güzellikteki zamansızlık kavramını yakalayabiliyorum sayelerinde. Neyse biz kitaba dönelim bu ayrı bir yazı konusu...

Kitabın varlığından bir ay önce haberdar olmuş ve Kabalcı'daki yeni çıkanlar bölümünü üç günde bir ziyaret eder olmuştum. Meğer çoktan çıkmış da bizim büyük kitapçıya gelmemiş. Sağolsun hemşire gecenin bir vakti sürprizini getirdi ve kucağıma koydu.

Bu adamı ya da MFÖ'yü beğenmiyorsanız kitap size hiçbir şey ifade etmez baştan söyleyelim. Kitap dediğimiz şey de öyle 200 sayfa oku oku bitmeyen kitaplardan değil. Tarafımdan sindire sindire üç saatte bitirildi ki ben hızlı okuyamam. Bir sürü fotoğraf ve resim var.

Yaptığı şarkıların öykülerini ve bu şarkıları yaparken aldığı ilhamın şifrelerini anlatmış. Bazılarını ben bunu biliyordum diye okurken bazılarını vay be diyerek okudum. Hayranlık katsayısında bir değişiklik yok...

En güzel sürpriz kitabın içinde verilen cd'de. Ondört şarkısını (senelerdir hayal ettiğim gibi) sadece gitar eşliğinde söylemiş. Muhtemelen gitarı da kendisi çalmış. Sabahı beklemeden gecenin ikisinde kendisine gitarımla eşlik ettim... Ah bir de karşılıklı canlı çalabilsem kendisiyle...



Avatar


Bilim Kurgu filmleri pek tercih etmem. Ortalama senede bir tane o da televizyonda izlerim. Sinemada izlediğim çok nadirdir. En son Jurasic Park'a gitmiştim hatırladığım kadarıyla...

Bir yıl önce Avatar hakkında yazılar okumaya başladım. James Cameron denen zat bu işi kafasına 1991'de koymuş ve ancak dört yıl önce çekmeye başlayabilmiş. Bunları okuyunca, tarzı olmasa da insanda merak uyandırıyor.

İlk defa üç boyutlu film seyredecek olmanın heyecanı içinde siyah gözlükleri girişte aldık. Reklamlar bile üç boyutlu olunca insanın seyredesi geliyor...

Film 166 dakika ancak filmin içindeki dünya sizi öyle büyülüyor ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

Son dönem bilim kurgu filmlerini de bilmediğimden, beraber gittiğim bu konudaki uzman arkadaş Keçe'ye soruyorum ikide bir benzer konu var mı, o var mı şu var mı diye genelde hayır cevabını alıyorum.

James Camreon'a olan saygım bir kat daha arttı. Adam böyle bir dünya hayal etmiş. Böyle bir gezegen, doğa, insanlar, hayvanlar... Bu nasıl bir hayal gücüdür!!!

Teknolojinin nerelere geldiğini filmi seyrettikten sonra daha net görüyorsunuz. İmkanı olan herkes sırf bu sebepten filmi görmeli. Temin ederim sıkılmayacak hatta biraz da ağzınız açık seyredeceksiniz.

Aman dikkat bazı salonlarda üç boyutlu gösterilmiyormuş. Filmin bütün büyüsü gider. Ya üç boyutlu gösterimini seyredin ya da hiç seyretmeyi derim...



Yahşi Batı


Doksanlardan bu zamana sahne sanatlarında Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli kişi kimdir derseniz hemen hiç düşünmeden Cem Yılmaz derim. Yaptığı işleri beğenir ya da beğenmezsiniz ancak her işindeki özeni ve en iyi yapma emelini inkar edemezsiniz. 1995'te gittiğim ilk göstersinden bu yana yaptığı tüm işleri takdir ediyorum.

Şimdi bu kadar beğendiğim bir sanatçının yaptığı bir film hakkında tarafsız yorum yapmam düşünülemez. Filme girerken ön yargılarla gittiğim gibi çıkarken de bu ön yargılarımla çıktım. Geç yazdığıma bakmayın daha önceki her Cem Yılmaz filmindeki gibi filmi ilk gün seyrettim.

Bizden önceki neslin çok sevdiği kovboy çizgi romanları ve filmleri pek ilgimi çekmez. Daha önce doğru dürüst seyrettiğim iki kovboy filmi hatırlıyorum. Biri Mel Gibson ve Judie Foster hatırına gittiğim ve hoşça vakit geçirdiğim Maverick. Diğeri de üç saati bulan ve Kevin Costner'in büyük hayal kırıklığı yarattığı söylenen benim için de sıradan bir film olan Wyatt Earp.

Filme teknik açıdan bir şey söylemem haddime değil. Ama amatörden biraz üstte bilgiye sahip biri olarak ses, ışık, görüntü, sanat yönetmenliği kalitesine diyecek bir lafım yok. Türk sinemasının nerelere geldiğini ve neler yapılabileceğini teknik anlamda yine Cem Yılmaz gösteriyor.

Konu orjinal. On dakikada anlatılabilecek bir öykü, bir buçuk saate güzel bir şekilde serpilmiş ve izlerken sıkılmıyorsunuz.

Oyunculuk anlamında çok olağanüstü bir performans görmüyorsunuz. Tipik Cem Yılmaz, Ozan Güven, Demet Evgar, Özkan Uğur ve diğerlerinin oyunculukları. Sadece Zafer Algöz'ü diğerlerinden ayırabiliriz. Kayseri şivesi ile bize Türk filmlerindeki zengin Kayserili baba rollerindeki, Şener Şen'in babası Ali Şen'i hatırlatıyor. Babaannem Yüz Yaşından ve Amadeus oyunlarındaki olağanüstü performansını görmesek de ( rolü de buna pek imkan vermiyor) gerçek bir tiyatrocu ve sinemacı olduğunu bize gösteriyor.

Filmi beğenmeyenlerin yazılarına baktığımda temel nedenin çok gülmediklerini söylemeleri. Efendim herkes Cem Yılmaz sinemasından Cem Yılmaz stand-up performansı bekliyor. Şu billinmelidir ki hiç bir sinema filminde stand-up showlardaki gibi gülemezsiniz. Karşılaştırma yapmak doğru değil. Hem biri en az 50 TL biri en çok 20 TL... Ne kadar para o kadar köfte...

Cem Yılmaz'ın Gora ve Arog filmlerinde gördüğümüz günümüz gündelik hayatın geçmiş ve gelecekle karşılaştırılması ve bu sonucun getirdiği absürdlük bu filmde de var. Günümüzde bu işi en iyi yapan kişi. Kendisinin halktan kopmadığının en yakın göstergesi... Bir sanatçı halktan koptuğu an, onun yaratıcılığının bittiği andır.

Bu film yirmi yıl sonra da sıkılmadan seyredilir mi? Bence seyredilir. O zaman sorun yok...

Tek eleştirim, filme 7 yaş sınırı koyanlara. Filmde argo değil müstehçen kelimeler var. Ana avrat küfür olan filme en az 13 yaş sınırı koyulması gerekir...
Emeği geçen herkesin ellerine sağlık...

3 Ocak 2010 Pazar

Pazar Notları


Yeni bir yıl ve yeni bir beyaz sayfa... Kısa ve orta vadeli hedefler yapıldı... Şimd uygulama zamanı... Ümitliyim bu seneden...

Kadın vokal bir iki istisna hariç pek dinlemem. Erkek sesinin müziği daha iyi yorumladığını düşünüyorum. Bu bir iki istisnadan biri de Candan Erçetin'dir. Canlı performansı ve şarkıları çok gönülden okuması beni çok etkiler. Elimden geldiğince senede bir defa Açıkhava konserine giderim. Yeni albümü çıktı, herkese tavsiye ederim. Klasikleşecek şarkısı Cemal Safi'nin şiirini bestelediği 'Git' şarkısı. Benim favorim Kader. Sözlerinden bir kaç satır :

Hesaplar yaparız sonumuzu bilemeden
Dünyalar kurarız dengimizi bulamadan
Acılar çekeriz hesabını soramadan
Yemin ederiz tutamadan
Çeker gideriz

Bu benzin zamlarına kim dur diyecek? Sivil toplum kuruluşları neden birşey yapmaz? Neden tepki gösteremiyoruz bu terbiyesizce yapılan zamlara? Şuan litresini 1,69 avroya aldığımız benzin komşu Yunanistan'da 1,07 Avro... Bu kadar enayi yerine konmaya nereye kadar dayanacağız bakalım...

Çin mutfağı favorimlerimdendir. Son zamanlarda revaçta olan açık büfe çin yemeklerini her fırsatta tercih ediyorum. Merak eden ama bir türlü cesaret edemeyenlere bu açık büfeleri tavsiye ederim. Ekşili çorba, karides cips, soğan halkaları, çin böreği, sebzeli pilav favorilerim...

Biraz geç de olsa Pascal'ı keşfettim. Düşünceler isimli kitabını ayrı bir yazıda değerlendireceğim. Önce bu dahi hakkında bazı bilgiler verelim. Bugün birçok insanın daha ilkokulu bitirmekle meşgul olduğu yaşta Latince gibi ağır bir dili haydi haydi bilen; matematik bilmine yeni katkılarda bulunan, 'boşluk' üzerine keşiflerde bulunan, yeni matematiksel denklemler kuran ve henüz onaltı yaşında konik kesitler üzerine kitap yazan bir deha Pascal.

Yirmili yaşlarına gelmeden, fiziki bilimlerle uğraşmanın insanı nihai bir kemale ve hakikate eriştiremediğini farketmiş; bunu manevi bunalımlarla dolu keşmekeş dönemi izlemiş ve o büyük dehasını imana adadığı bir hayat yolunda kullanmakta karar kılmış. Daha 39 yaşında kanser ya da veremden büyük ızdıraplar içinde yaşama veda etmiş.

Büyük hocama göre yüzde doksandokuz peygamber olan Konficyus ile bitirelim :''Büyük ve üstün insan, hep hoşnut ve rahattır. Küçük bir insansa hep üzüntü ve telaş içindedir."

Abdülkerim'den İnciler


İlk Fenerbahçe maçım 1983'te Fenerbahçe-Sarıyer maçı. Sağolsun babam götürmüştü... Ayrı bir anı olarak yazarım bir gün o gün ile ilgili.

O günlerin kadrosunda hayal meyal hatırladığım Abdülkerim vardı. Bugün hırçın futbolcu denilen Lugano onun yanında beyefendi kalır. Bu çok problemli adam bugün teknik direktörlük yapıyor. Geçtiğimiz günlerde bir röportajını dinlemiştim ve çok hoşuma gitmişti muhabbeti. Bu ayki Four Four Two'da yeni bir röportajı var. Oradan bir kaç seçme yaptım :

* Colin Kazım'a taraftar tepki gösteriyor. Ben o zamanki yaptıklarımla Kazım'ı cebimden çıkarır ama sahada giydiğim formanın hakkını verirdim.

* Lugano'yu ben de kendime benzetiyorum ama ben ondan çok daha fazlaydım. Lugona daha ölçülü. Sahada pisliğini yapıyor ama olayı hemen kapatmayı beceriyor. Ben de onun gibi kafama birini taktıysam yapacağımı yapar, saha , içinde yapamadıysam tünelde, koridorda yapmaya çalışırdım.

* Kaybetmeye hiçbir zaman tahammülüm yok. Eşimle kendi aramızda tavla oynarken bile baktım yeniliyorum çaktırmadan pul çalarım ama yenilmem.

* Maçlarda Rıdvan ile sahada karşı karşıya gelmeyi hiç istemezdim. Maçlardan bir gece önce uyku tutmazdı. Sonra Fenerbahçe'ye geldi de içim rahatladı.

* Fiorentina ile maç yapmıştık. Socrates'e karşı oynamıştım. Adamın bacaklarına ancak yetişebiliyordum. Onu incelemekle geçmişti oyun.

* Kova Yaşar Almanya'da salon turnuvasında Matthaeus'tan okkalı bir gol yemişti. Gol olduğunda adamın ayağı Yaşar Ağabeyin kafasına gelmişti. Geldi özür diledi başını okşadı. Yaşar Ağabey de ' At ulan! Sen topçunun kralısın, bana Türkiye'de Şirin bile gol atmışken golü atan sen ol!' demişti.

* İlk hocam Lağım Osman'dan hakeme çaktırmadan nasıl tekme atılacağını, kornerde rakip yükselince nasıl şortunu çekebileceğimi öğrenmiştim.