29 Ekim 2009 Perşembe

Cumhuriyet'in 86. yılı

Cumhuriyetimizin 86. yılını kutluyoruz. Ülkemizin maddi, manevi zor bir dönemeçten geçtiği sırada...

Büyük önder Atatürk'ün bize emanet ettiği bu dünyanın en güzel ülkesinin Cumhuriyet rejimi ile idare edilmesinin haklı gururunu yaşıyoruz.

Seksen altı yılda demokrasimiz çok yol almış. Daha da hızlı gidebilir miydik tartışılır. Bunu tartışacağımıza bundan sonra hızlandırmak için neler yapmalıyız onu tartışmalıyız...

Sanırım işe Anayasayı değiştirmekle başlamak doğru olacak. Sivil irade ile hazırlanmış bir anayasa sayesinde demokrasimiz daha sağlam temellere sahip olacaktır.

Yaşasın Cumhuriyet...

27 Ekim 2009 Salı

Fenerbahçe-Galatasaray 2009


On sene önceki maça babam ve kuzen Ender ile gitmiştim. Erteleme maçıydı ve inanılmaz bir yağmur vardı. Biletimiz eski maraton tribündendi. Stada girmek için yaklaşık 35-40 santimlik bir su birikintisinin içinden geçmek gerekiyordu. Yirmi iki yaşındaki ben ve benden iki yaş küçük kuzen için bu su birikintisinden geçmek hiç de önemli değildi. Yüzer yine geçerdik ancak babamın da bu suyun içinden geçtiğini gördüğüm an bu maçların bir Fenerbahçe'li için ne kadar önemli olduğunu daha iyi idrak ettim.

Kötü bir maçtı ve yenilmiştik. On yıl önce...

O günden beri oynanan on lig maçını da Fenerbahçe kazandı. Hepsinin de canlı şahidiyim. Derbiler, futbol heyecanının en üst noktalarının yaşandığı maçlar. Tadı ne başka maçlardan alınabiliyor ne de futbolseverlere göre herhangi bir aktiviteden...

Her derbi öncesi kendi kendime yaptığım telkinler maçın başlamasına az bir süre kala unutuluyor. Maçla beraber atmosferin büyüsüne kapılan ruhum bana yakışmayan hareketler yaptırıyor... Kimseye zarar vermemem tek tesellim...

Türkiye'de birçok şeyde olduğu gibi futbolu yönetiminde büyük sorunlar var. Bu sorunların bir kısmını çözmek için Fenerbahçe-Galatasaray maçları kullanılabilir. Ancak Federasyon bırakın bu sorunların üstüne gitmeyi daha fazla kaçmaya devam ediyor.

Maç öncesi hakemin başı yarılıyor ancak maçın oniki dakika geç başlaması dışında hiçbir anormallik yaşanmıyor.

Ertesi gün hakem demeç veriyor ' Maçı tatil etsem Kadıköy yıkılırdı' diyor ... Demek ki bazı sorunları çözmek için Kadıköy'ü yıkmak gerekecek...

Galibiyet güzel de bu güzelliğin devamını bu düzende ne kadar sağlayacaklarını sanıyor bu işi yönetenler? Bindikleri dalı kesiyorlar. İtalya'da; yaşanan şikeler ve şiddet olayları yüzünden maça gidenlerin, televizyondan seyredenlerin ve bunun gibi bir çok etken sonucu ligin değerinin nasıl düştüğünü görmüyorlar mı?


19 Ekim 2009 Pazartesi

Emre'nin forması

Dün takım şanssız bir şekilde bir puan kaybetti. 90+3te hangi takım serbest vuruştan galibiyeti yakalasa aynı şeyi söylerim.

Üzüldük tabi. Teknik açıdan hataları gördüğümüzü saıyoruz ancak burada bu konulara girmeyiz. Ben başka bir şeye dikkat çekmek istiyorum.

Sezon başından beri Alex ile beraber takımın en formda ismi olan ve geçen sezon tribünde bazılarının kafasında soru işareti taşıyan Emre Belözoğlu bu sene bu soru işaretlerini, gösterdiği performansla ortadan kaldırdı gibi...

Ancak bu oyuncu sezon başından beri kuruluş formasını giydiğimiz maçlarda, formanın yakasını ve kollarını kesiyor. Sanırım ondan cesaret alan Mehmet Topuz da formasını kesmeye başladı.

Bu olayı kabullenemiyorum. Bu adam kim oluyor ki bazılarımız için kutsal sayılan bir üniformayı deforme ediyor. Kendinde bu hakkı nasıl buluyor? Bir çalışan düşünün ki iş elbisesinin belli yerlerini kesiyor ve ne acıdır ki ne kulüpten ne basından hiç kimse bu duruma müdehale edemiyor.

Bu büyük saygısızlığı daha önce hiçbir kulüpte görmedim. Hiçbir kulüpte böyle birşeye tahammül edilemez. Zaten hiçbir futbolcu böyle bir şeye tenezzül edemez.

Kendisine sorsanız yaka rahatsız ediyor kolları sıkıyor gibi mazeretler sunabilir. Ne olursa olsun bunların hiçbiri kabul edilemez. Rahatsız da olsa, acı dahi çekse forma kendisine nasıl verildiyse o şekilde giymelidir.

Yönetimdeki büyüklerimizin bu konuyu bir an önce dikkat almasını temenni ediyorum. Umarım bu arkadaş düzgün bir şekilde uyarılır ve diğer oyunculara örnek olur.

18 Ekim 2009 Pazar

Pazar Notları


Bazı mekanlarda bulunduğumuz sıralarda sanki kendimizi evimizde gibi hissediyoruz. Oradaki diğer kişiler, o sırada yaşanan herhangi bir olumsuzluk sizin bu duygularınızı pek etkilemiyor. Saatlerce sıkılmadan zaman geçirebiliyoruz... Herkesin böyle mekanları vardır herhalde... Kimimiz için bir çay bahçesi kimimiz için stadyum kimimiz için bir meyhane kimimiz için bir türbe...

Avrasya Maratonu sayesinde senede bir gün sahil yolu beş saatliğine de olsa sessizliğe bürünüyor. Yol uğultusu o kadar içimize işlemiş ki bu sessizlik neredeyse rahatsız edecek. Uzaktan gelen teknelerin tatlı motor sesleri sayesinde deniz kenarında yaşadığımızın farkına varıyoruz...

Televizyondaki futbol tartışma programlarını sesi kısık izlemeyi denediniz mi? Genelde dört adam ve dördü de kravatlı, takım elbiseli. Dıştan bakıldığında gayet ciddiler. Eskilerin tabiriyle kelli felli adamlar. Bu kişilerin ne konuştuklarını bilmeseniz ya çok önemli bir memleket meselesini konuştuklarını ya da ilmi bir konu hakkında derin bir tartışma içinde olduklarını zannedersiniz. Kimseye bir fayda sağlamayan programlar daha ne kadar sürecek?

Altın Portakal film festivali ödül töreni... Geçtiğimiz senelerde organizasyon açısından atılım yapan festivalin finali çok sönüktü. Sanırım yeni belediyenin vizyonu ile alakalı bir şey...






14 Ekim 2009 Çarşamba

Türkiye-Ermenistan


Simon Kuper 'Futbol Asla Sadece Futbol Değildir' kitabını yazarken acaba bazı maçlarda futbolun sadece bazı amaçlara bu kadar fazla araç olacağını düşünmüş müydü?

Evet futbol asla sadece futbol değil ancak bu akşamki maçı; öncesi, sonrası ve maç sırasında insanların öyle ya da böyle kendi emelleri uğruna alet ettiklerine şahit olduk.

Maçı hiç seyretmeyecektim ama bu çirkin maça bile göz ucuyla bakmaktan kendimi alamadım. Bir yandan kitap okuyor bir yandan önemli pozisyonlara bakıyordum.

İki ülke Cumhurbaşkanı, UEFA Başkanı ve birçok üst düzey! insan maçtaydı. Maç biletleri belli gruplara (taraftar gruplarına, harp okulu öğrencilerine, polis koleji öğrencileri vs.) dağıtıldı. Yani sade vatandaşın bu maça para vererek gitme ihtimali yoktu. Provokasyondan korkuluyormuş.

Maçtan önce Bursa Teksas grubu tribün liderini televizyonda seyrederken duyduklarıma inanmak istemedim. Kendisi Cumhurbaşkanı ile görüşmüş ve ondan bazı tavsiyeler almış. Eğer bir Cumhurbaşkanı bir maç öncesi (hangi maç olursa olsun) bir amigo lideriyle yüz yüze görüşüyorsa ve ona tavsiyelerde bulunuyorsa vay o ülkenin haline derim... İnşallah bazı şeyleri göremiyorumdur ya da fazla abartıyorumdur...

Bu basit ve güzel oyunu daha ne kadar kendi emelleriniz uğruna kullanacaksınız? Her geçen gün insanları futboldan soğuttuğunuzun farkında değil misiniz? Umurunuzda mı? Hayır biliyorum... Bugün futbolu kullananlar yarın da başka birşey bulur elbet...

Seksenlerin ortalarında bulaştığım ve hayatımı değiştiren futbolun; saflığının her geçen gün kirletildiğini görmek son derece üzücü...

Maç sonucu mu? 2-0


13 Ekim 2009 Salı

Aşk - Elif Şafak


Roman okumam. Ukalaca ve yanlış biliyorum ama okumak gereken bir sürü bilgi varken roman okumak zaman kaybı gibi gelir hep...

Gazetedeki yazılarını ve çeşitli dergilerdeki makalelerini beğenerek takip ettiğim, konuşma ve davranış üslubunu takdir ettiğim bir yazar Elif Şafak. Ancak bir türlü romanlarına elim gitmiyordu önyargılarım sayesinde.

Kardeşimin tavsiyesine bu sefer uydum ve 450 sayfalık kitabı bir haftada bitirdim ki bu benim için bir rekordur. Aynı anda birkaç kitap okurum ve bir kitabı bir aya yakın bir sürede bitirebilirim...

Senelerdir tasavvufa alakam vardır. Genelde bu alanda kitapları takip ederim. Teorik bilgilerden ya da biyografilerden oluşan bu kitapların içindeyken bu bilgilerle yoğrulmuş bir roman okumak bana çok ayrı bir haz verdi.

Kitap; Hz. Mevlana-Şems-i Tebrizi arasındaki ilişki ve onların etrafında yaşananları, günümüzdeki Amerikalı musevi bir ev hanımı ile müslüman bir sufinin arasında yaşanan aşk hikayesini, iç içe geçirerek yazarın kendine has üslubuyla anlatıyor.

Bir düşünüre göre aşk çok şiddetli muhabbettir. Aşk iki ayrı cins arasında değil gönüller arasında yaşanır. Hz. Mevlana ile Şems-i Tebrizi arasında yaşanan aşk da böyledir. Başkalarının anladığı ya da anlamak istediği gibi -estağfurullah- cinsi bir ilişki değil. Okumak, anlamak gerekir...

Hz. Mevlana hakkında sayısız eser var ancak Şems-i Tebrizi hakkında fazla bilgi doküman yok. Nerede ve ne zaman öldüğüne dair bir bilgi de yok. Yazar bu kişiliği eldeki bilgiler ile çok güzel tasvir etmiş.

Eğer bu ilme az da olsa bir ilgi ya da merak duyuyorsanız başlangıç için bu kitapla giriş yapabilirsiniz. İlginiz yoksa da aşka başka bir pencereden bakmak için güzle bir örnek.

11 Ekim 2009 Pazar

Pazar Notları


Modernlik denen şey... Her zamanın insanı, kendinden önce yaşamış insanları beğenmez ve kendisini daha modern daha çağdaş daha ilerici görür. Bu günümüzde en üst noktada. Modernlikten anladığımız şey teknolojiden istifade oranımız ile eşdeğer tutuluyor. Peki bu teknoloji, neden hala Mısır Piramitlerinin ya da Süleymaniye Camiinin kubessinin sırrını çözemiyor? Peki bu kadar moderniz ve çağdaşız neden Mozart'ın yaptığı besteler yapılamıyor çok daha büyük imkanlar elde varken? Neden Mevlana'nın kandil yağını yakarak aydınlattığı odasındayken yazdığı beyitlerden bir tanesini bile yazamıyor şimdiki insanlık?

Taksim'deki sahaf festivali... Perşembe gününe kadar uzatılmış. Fazla birşey bulamadım kendi adıma ama yine de bu kadar sahafı bir arada görmek güzel...

Cafe Şimdi.. Tünel'de Darty'nin arkasındaki sokakta... Bir kahvehaneden çok evin geniş salonunda hissediyorum kendimi büyük sofada kahve yudumlarken...

Hayatımın gruplarından Oasis dağıldı. Yaramaz kardeşlerden Ağabey Noel artık Liam'a tahammül edemediğini söylüyor. Daha evvel de yaşanmıştı bu kavgalar ama bu sefer durum biraz daha ciddi gibi. Her şeye rağmen bu seferki ayrılık biraz daha fazla uzun sürse de bir iki yıl sonra tekrar bir araya geleceklerini tahmin ediyorum. Oasis konser performansı dinlemeden gitmeyelim şu dünyadan...

Osman Ertuğrul Efendi


Geçtiğimiz hafta Osmanlı Hanedanının en kıdemli mensubu, İkinci Abdülhamit'in torunu Osman Ertuğrul Efendi vefat etti. Allah rahmet eylesin. Doksanaltı yaşındaydı ve sadece birkaç ay önce İstanbul'a gelmişti.

Cenazesi, kimilerine göre büyük kalabıkla defnedildi. Ertuğrul Efendiden önceki Orhan Bey 1994 yılında vefat etmişti ve cenazesini on kişi defnetmişti. Tabi buna bakaraktan ciddi bir kalabalık vardı ancak bana kalırsa ecdadın bu son temsilcisini çok büyük kalabalıkların uğurlaması gerekirdi. Tüm hazırlıkları yapmama rağmen gidemedim, kısmet olmadı.

Neslişah Sultan Ertuğrul Bey'in vefatıyla hanedanın sona erdiğini, onun saray adabını ve protokolünü bilen son kişi olduğunu söyledi.

Defin işlemi 2. Abdülhamit Han'ın türbesinin içine yapıldı. Binlerce kişiden türbe içine sadece aile mensupları, bakanlar ve iki kişi daha alındı. Bu iki kişi İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı'ydı. Bu şahıslarına münhasır iki şahsiyetin değerlerini bilenlerin olduğunu görmek, ülkedeki alim şahsiyetlere verilen değerin her geçen gün artması, çok kötü gelişmeler görsek de medenileşme kırıntılarımızn da olduğunun bir göstergesi.

Kimilerine göre Osmanlı'yı sahiplenmek, korumak istemek Cumhuriyet karşıtlığına eşdeğer olarak görülüyor. Böyle olanlar yok mu? Malesef var ancak tarihimizin doksan yıl öncesini yok saymak ne derece doğru?

Acaba İngiletere'deki gibi bir sistem olsaydı, Cumhuriyetimiz olsa ama hanedan hala devam etse şuan Türkiye nerede olurdu? Kültürümüzdeki bu yozlaşma yaşanır mıydı? Kültürümüz yozlaşmasa biz nerede olurduk, dünya nerede olurdu?

8 Ekim 2009 Perşembe

The Damn United


Sinemayı seviyorum... İngiliz sinemasını seviyorum... Futbolu seviyorum... İngiliz futbolunu seviyorum...

Merakla beklediğim bu filmi DVD dükkanında bu kadar erken görebileceğimi tahmin etmiyordum. Bu filmin kötü olma ihtimalini düşünmek bile istemiyordum.

Bu ön yargılarla filmi seyrettim ve çok şükür ki film beni mahcup etmedi.

Efsane menajer Brian Colough'ın Leeds United'a transferi ve 44 günlük bu takımdaki macerasının gerçek hikayesi anlatılıyor. Başroldeki Michael Sheen'in performansı çok başarılı ama ben Peter Taylor rolündeki Timothy Spall'ı daha çok beğendim.

60'lı ve 70'li yıllarda geçiyor film. Zaman; arabaları, formaları, kıyafetleri, saç stilleri ve daha birçok detaylarla çok güzel yansıtılmış.

Futbolu sevmeyen biri için sıradan bir film gibi görünebilir ama bizim gibiler için gelmiş geçmiş en iyi on futbol filmi arasına (bence ilk üç) şimdiden girdi diyebilirim.

2004 yılında vefat eden bu efsane menajerin hikayesini herkese, ama anlamsız gibi görünen, bizlere ise içinde hayatla ilgili her şeyi barındıran bir oyun olan futbolu sevenlere tavsiye ederim.

6 Ekim 2009 Salı

Fenerbahçe - Gençlerbirliği


Ne güzel bir gündü bir Fenerbahçe'li için... Maçtan biraz önce ezeli rakibin renkdaşından üç gol yemiş, istekli ve mücadele gücü yüksek takımın ise sahada tam konsantre. Şansızlık uzak durursa daha ilk dakikalardan maçın geleceği gözüküyor derken; büyük üstad sahneye çıkıyor ve erkenden içimizdeki stresi alıveriyor.

Kim bilir kaç kere yaptı bu işi geldiğinden beri? Kaç kere bizi sevince boğdu? Yine yaptı ve daha çok yapacak inşallah. Belki bazen yapamıyor ama o kadar da lüksü olsun. Bir daha böyle bir adamın çubuklu giymiş başka versiyonunu görebilecek miyiz diye düşünüyorum. 'Korkarım hayır' diyorum içimden ve bazen sırf onu seyrediyorum oyun içinde.

Bu adam böyle bir iki paragrafla geçiştirilir mi? Asla... Kalbimizde yeri ayrı... Sonsuza dek...

Onaltı kişilik 'locamıza' her geçen gün yeni misafirlerimiz ekleniyor. Bu sene maçları sanki evin büyük balkonundan seyredermiş gibi seyrediyoruz. Maçın hem içinde hem dışındayız.

Malum sarı kart pozisyonunda kendimden geçiyorum ve bir dakika sonra utanıyorum. Nasıl kendime mukayet olamadım inanamıyorum. Belki başka bir hakem yapsa bu kadar tepki vermem ama bu adamın kötü niyetli olduğunu senelerdir görüyordum ve belki de ilk defa bu kadar yakından şahit olmuştum. Tövbe ediyorum içimden...

Sekizde sekiz ve en yakın rakibine sekiz haftada beş puan fark. Çok şükür diyip yola devam etmek lazım. Aman gevşemeyelim...

4 Ekim 2009 Pazar

Yeniden Pazar Notları


Mazeretim yok. Var da yazmaya vakit bulamayacak şeyler değil... Tekrar başlayalım bakalım nereye kadar gideceğiz...

Senenin en sevdiğim zamanları başladı. Güneşin kavuruculuğunun sona erdiği, saatlerin geri alınmadığı, hafif serin hafif yağmurlu... Sonbahar... İnsan doğduğu mevsimi severmiş diyorlar. Belki ondandır.

İstanbul'da Sonbahar hakkında kim bilir kaç kitap kaç makale kaç şiir kaç güfte yazıldı ve yazılacak. Ama bu güzelliği anlatmaya yetecek mi? Bir şehire bir mevsim bu kadar mı yakışır? İlkbaharda belediye lale şenliği düzenliyor ne güzel ama biraz da sonbaharı anlatsak. Gündelik olumsuzluklar, yaşanan tatsızlıklar vs. hiçbir şey bu güzelliği görmeme engel değil. Kim bilir kaç sonbahar daha yaşayacağız bu dünyanın en güzel şehrinde?

Yağmurlu bir pazar ve Fenerbahçe maçı. Kazanırsa tarihinin en iyi başlangıcını yapmış olacak sevgili kulübüm. Maçtaki tek eksik gündüz oynanması. Futbol maçı deyince atkı, bere, mont olmazsa maç ciddiyetini kaybediyor gibi bir hava var bende. İşte sezonun ilk atkı bereli montlu maçı. Bir de güzel futbol ve galibiyet gelirse bir Fenerli başka ne ister ki...

İlahi komedi belgeseli (Religious). Ünlü Amerikalı komedyen Bill Maher ile Seinfeld dizisinin yönetmeni Larry Charles hazırlamışlar. Üç büyük dinin -tövbe tövbe- saçmalıklarını anlatıyorlar. Dinlerin sorgulanması ve açık sözle dile getirilmesi çok güzel. Çok sahnesinde güldüm. İnsanların yılanın konuştuğuna (Adam-Havva), balığın karnında yaşayan insana (Yunus peygamber) nasıl inanabildiklerini sorguluyorlar. Batını ilimleri zahiri ilimlerle aynı kefeye koyunca kafalar karışıyor tabi. Adama ben nasıl ispatlayacağım yılanın konuştuğunu ya da insanın balığın karnında yaşadığını. Elimizde görüntü yok. İnandığımız kitap öyle yazdığı için kabul ediyoruz. Ne malum o kitabın doğru olduğu mu? Görene, köre ne?

Hiç Itri Efendi eseri dinlediniz mi? Dinlenmiştir ancak bestenin onun olduğunu bilmiyorsunuzdur. Ayrıntılı bir yazı yazmak istiyorum bu büyük bestekar hakkında. Yeni paraların üzerinde olması gereken bir şahsiyet. Bizim Mozart'ımız Beethoven'ımız Bach'ımız...

İnsan bir güzeli sever ve bu sevgisi aşk derecesine varırsa alemin her zerresi ona 'Sevgili' yi hatırlatır. Gündüzlerin aydınlığını, sevgilinin yüzünün parlaklığı; gecelerin karanlığını, sevgilinin kara gözleri veya siyah saçları; rüzgarın hafif hafif esmesini, onun nefes alışı; şimşeklerin çakmasını, o güzelin tebessümü sırasında dişlerinin parıltısı olarak görür. Artık kainatta her şey maşuktur. Mevlana'dan...