27 Aralık 2009 Pazar

Pazar notları


Zor bir yıl geçirdik... Dünya olarak, ülke olarak. Ekonomik, politik ve kültürel anlamda zor bir yıl. Geçici bir zorluk olduğunu da pek zannetmiyorum. Daha zor yıllar bizi bekliyor gibi. Elden ne gelir bilinmez. Gönül ister her şey daha iyiye gitsin. Materyalist medeniyetin sonuna yaklaşıyoruz. Biran evvel sonu gelse de yeni medeniyetlerin kapısını çalsak...

Küstahlık... Özür dilemeyen insana küstah denirmiş. Yaptığı hatanın farkında olup özür dilemeyen. Özür dilemenin bir erdemlik olduğuna vakıf olamamış, aksine eziklik olarak gören ne kadar çok insan var etrafımızda...

Futbolsuz hafta sonları başladı... Yine o boşlukta hissi... Çok kaptırıyoruz kendimizi bu işe herhalde... Bazıları gibi transfer işleri ile de pek alakam yok... Sayılı gün çabuk geçer... Yeter ki sonu şampiyonlukla bitsin... Amin...

Yargıcı mağazalarının sahibi Emir Yargıcı. Bugün bir gazetede röportajı yayımlandı. Bir anda takdir ettiğim adamlar listesine giriverdi şu cümleleri ile : (Gazeteci eski ve bilinen bir marka olarak niye daha fazla büyümüyorsunuz diye soruyor) Niçin büyüyeyim? Yediğiniz yemekle doyup, yan masanızdaki tabağa bakmazsanız, kazandığınız yeter. Parasızlık mutsuzluktur, ama biliyorum ki çok para da mutsuzluktur. Boyumuz büyük olmasın, yaptığımız iş iyi olsun. Büyürsek ayarımız kaçar diye düşünüyorum.

Gothe : İki cinsten herbiri ötekinden kendi başardığı şeyi ister ve ancak şöyle memnun olur:"erkek,kadın onun sözünü dinlerse;kadınsa,erkek ona yardım eder,hizmet eder,dikkat eder,kibar olursa.böylece aşkta rolleri degiştirirler,erkek hakim olmak için hizmet eder;kadın hakim olmak için söz dinler.

Yiğit kime denir? Öfkesine ve şehvetine hakim olan kişiye denirmiş. Var mı etrafınızda yiğit insan?

Mozart'tan A Little Night Music ve kahve eşliğinde kitap okumak... Pazar günü hava kapalıysa, pencere önünde yapılası en güzel aktivite...


21 Aralık 2009 Pazartesi

Taraftar Olmak ve Luton Town


Türkiye'nin en büyük, en popüler, dünya kulübü olma yolunda ilerleyen ve büyük yol alan kulübünün taraftarı olmanın onurunu yaşıyorum. Ancak gönlüm bazen; daha küçük, daha içine kapalı, daha faal olabileceğim kulüp arıyor.

Luton Town çok zor günler yaşıyor. Yukarıda saydığım her iki kategoriye de girmiyor. Çok köklü bir klüp ancak yapılan hatalar finansal krizi beraberinde getirdi ve kulüp şu an üçüncü ligde mücadele ediyor. Kötü gün dostları sadece kulübü sahipleniyor. Sayıları az değil ama çok da değil. 2020 yılını kendilerine hedef koymuşlar.

Bugün kulübün resmi sitesinde yukarıdaki fotoğraf eşliğinde bir haber yayınlandı. Maple Road'daki stadları karla kaplanmıştı ve temizleyecek yeterli aletleri yoktu. Taraftarlarından yardım istiyorlardı. Yarın ve öbürgün sabah dokuzdan itibaren kürek ve el arabalarıyla stada gelecek gönüllü taraftarlarına sahayı temizlemek için çağrıda bulundular.

Londra'da olsam işimi gücümü bırakır giderdim herhalde. Aynı şeyi kendi kulübüm de istese yaparım.

Acaba kaç kişi gelirdi Kadıköy'e kulüp böyle bir istekte bulunsa? Bence büyük bir izdiham olma ihtimali çok fazla. Peki bu görüntüyü gören futbolcuların performansı değişir mi? Ne kadar profesyonel olsalar bile...

20 Aralık 2009 Pazar

Pazar notları


İnsan hayatı... Bir yandan şunun çocuğu olmuş haberi, diğer yandan şunun babası gitmiş haberi... Sevinçler ve hüzünler karmaşası içinde geçen ömürler... Kimsenin hikayesi kimseninkine benzemiyor. Ama başlangıç ve sonlar aynı... Peki başlangıcı ve sonu aynı olan bu oyunun ortasında ne yapmalı? Bunun cevabı kolay değil ama aramak lazım. Aramıyorsan sonun hüsran...

Kuzen Ahmet'in kız çocuğu gelecekmiş. Gelecek, büyüyecek, okullara gidecek, evlenecek, çocuklar vs... Bu hikayenin hangi kısmında 'bana müsade diyerek' izin isteyeceğiz bakalım? Ve ne zaman onu karşımıza alıp 'bir gün bir haber geldi Ayşe'cik geliyormuş diye' konuşacağız?

Eleştirmek... Sözlük anlamı şu: Bir düşünceyi, bir eseri, bir yargıyı inceleyerek doğruluk veya yanlışlığını ortaya çıkarmak ve gerçek değerini belirtmek, tenkit etmek. Eleştirinin içinde övgü de olabilir yergi de. Yergi yaparken bunu kırıcı olmadan yapabilmek bir sanat. Övgü yaparken ise böyle bir sanata pek ihtiyaç yok. Ne kadar güzel översen o kadar fazla ruhunu okşarsın eleştirdiğin kişinin o ayrı. Aman yergi yaparken kelimeleri dikkatli seçelim...

Seksenli ve doksanlı yıllarda her ay yeni albümler yeni gruplar çıkardı Türkiye ve Dünya piyasasına. Takipte zorlanırdık. İnternetin olmadığı o zamanlar kısıtlı bütçemizle müzik dergileri alır ve harçlığımızdan arttırdıklarımızla kasetler alır ve bu kasetleri arkadaşlar arasında değişir ve kayıt yapardık. Şimdi şartlar çok gelişti ama bu sefer de müzik üretimi azaldı. Gittiğimiz gece kulüperinde hala doksanlı yılların şarkıları çalınıyor. Doksanlı yılların genci olarak benim hoşuma gidiyor ama yeni nesil için durum iç açıcı değil...

Çeklerin Devlet başkanı Vaclav Havel'in bir sözü ile bitirelim. 'Yirminci yüzyıl toplumları o toplumda kaç tane mühendis olduğuna göre değerlendirilirdi. Ama yirmibirinci yüzyıl toplumları o toplumda kaç tane bilge, kaç tane filozof olduğuna göre değerlendirilecek'

Obrigado Carlos


Çocukluğumuzda hayalini bile kuramadığımız bir şeydi onun Fenerbahçe formasını giymesi. Hem de öyle bir iki maç da değil. İki buçuk yıl giydi.

Duygusal bir yapıya sahip bu adam, ilk geldiği yılında, sağlanan ortam sayesinde, uyum sorununu çabuk atlatıp bence çok başarılı oldu. Bunda Zico'nun da büyük etkisi var tabi. O sene Şampiyonlar Liginde çeyrek final oynamamızda baş aktörlerden biriydi. Chelsea maçlarında oynasa belki sonuçlar daha farklı olacaktı.

Aragones döneminde suratlar asılınca onun da futbolunun yüzü asıldı. Bundan cesaret alan bazı cahillerin tribünde 'geldiğinden beri ne yaptı ki' nankörlüklerini duyar olduk.

Pozitif yaşamın yeşil sahalardaki temsilcisi bize iki buçuk yıl boyunca disiplinin asık suratlı olmak anlamına gelmediğini öğretti. Bazı değerlerin, kazanmaktan daha önemli olduğunu gösterdi.

Hayatımda hiçbir futbolcuyu karşılamaya hava alanına gitmedim. Bir tek o hariç. Kardeşim çok istemişti. Cuma gecesiydi. Gittik... İyi ki gitmişiz. Bir daha futbolcu karşılamaya gideceğimi de zannetmiyorum. Ona hürmeten...

Modern futbolun en büyük yıldızlarından biri Kadıköy'deydi. Değerini ne kadar bildik? Bence yeteri kadar değil.

Teşekkürler Carlos... Bize yaşattığın güzel günler ve kulübümüze verdiğin maddi manevi hizmetler için..

Obrigado...

15 Aralık 2009 Salı

Bittersweet Symphony


Ruhun gıdası dedikleri müzikte; ilham sahipleri, yakaladıkları melodiler sayesinde belki de yüzyıllarca, hep hatırda kalacaklardır.

Hayatta en çok sevdiğim şarkılar listesinde olan bittersweet symphony adlı şakının o muhteşem melodisini reklamlarda sıkça duyar olduk.

Uyuşturucuyla başı derde girip ucuz kurtulan The Verve grubunun solisti Richard Ashcroft yazmış muhteşem sözleri. Bestenin durumu ise biraz muallakta. Şarkı boyunca süregelen melodinin aşırma olduğu aşikar. Rolling Stones'un Last Time adlı şakısını alıp başına bir intro koymuş Andrew Oldham orkestrası. İşte o intro bizim şarkının omurgası oluvermiş...

Şarkıda o kadar pozitif bir hava var ki en umutsuz bir anda bu şarkıyı dinleyerek o negatif havanızdan kurtulabiliyorsunuz. Brit-pop'un en kral zamanları olan 90'lı yılların ortasında çıkmıştı. Bu şarkı sayesinde tanımıştım Richard Ashcroft ve The Verve grubunu. Lucky Man, Drugs Don't Work gibi şarkılarını çok sevmiştik...

Klibi muhteşemdir. Aşağıdaki linkten seyredebilirsiniz. Ömrünüzde bir defa olsun, klipteki gibi, bu şarkıyı dinleyerek yolda etrafı umursamaz bir şekilde yürümenizi tavsiye ederim. Tabi Ashcroft kadar abartmadan...




13 Aralık 2009 Pazar

Düğünler...


Günümüz düğünlerini sevemedim... Çok zorladım kendimi. İnsanların bu mutlu anlarında yanlarında olmak güzeldir dedim. Bak herkes ne güzel eğleniyor, herkes mutlu sen de onlardan biri ol dedim. Olmadı... Olmuyor...

Anormallik bende olduğu kesin. Geçici bir süreç olsa yanlış yoldasınız derdim. Ömrümün sonuna kadar gitmek zorunda olduğum bu seremonilerin bilincinde kendimi telkin etmekteyim ki sıkıntılarımı azaltayım.

Tabii ki evlenen insanları kutlamak icab eder.Bunun için de bir törene ihtiyaç vardır.Toplumların bazı gelenek ve görenekleri vardır. Bu gelenek ve göreneklere bağlı olarak, cenaze ve düğünlerde uygulanan ritüeller vardır. Bunların hepsi olmalıdır. Zamana uydurulmaya çalışılan ancak çoğu zaman becerilemeyen bu ritüeller bana göre insanları komik duruma düşürmektedir. Bunun ayarını çok iyi yapanlar da vardır ancak azınlıktadırlar.

Düğünlerde gördüğümüz bazı tespitleri şöyle yazalım :

Zengin düğünlerinde gösteriş ve müsriflik had safhadadır. Hesabını inşallah verebiliriz.

Paramız var mesajının iki kişinin evlenmesi sırasında verilmesi bana her zaman komik gelir.

Evlenenlerin anne-babalarının iş ve kariyer hesapları; buna bağlı olarak davetlilerin belirlenmesi ile düğünün güzel büyüsü kirletilmektedir.

Bayanlar güzel giyinmek arzusu içindedirler ancak çoğu zaman rüküş olmaktadırlar. Erkeklerin böyle bir çekinceleri olmadıkları için rahattırlar ve her zaman giydikleri bir takım elbise ile durumu idare ederler.

Ergenlik çağındaki erkek ve kızlar düğünlerde ne giyseler yakışmaz. Yaşamımızın bu komik dönemi en çok bu günlerde bizi zorlar.

Evlenmek isteyen ve bir türlü kısmet olmamış kızların kendilerini gösterme yerleridir. Belki bir beğenen olur motivasyonu ile gelirler düğüne...

Oğlu evlenmemiş annelerin yeridir. Gözleri etraftaki kızlardadır. Hayırlı bir kısmet bulmak için bundan iyi yer yoktur.

Genelde kötü müzik çalınır. Müziksever ve düğüne konsantre olamayanların (benim gibilerin) kulakları tırmalanır ancak 'sen çal, yeter ki gürültü olsun biz bir şekilde eğleniriz' edasında tepinen insanlarla doludur düğün pistleri.

Düğünde alkol varsa, düğünün ilerleyen saatlerinde bazı alkol almayı beceremeyen arkadaşlar, sonradan pişman olabilecekleri hareketleri yapma olasılıkları çok fazladır. Bu insanlar yaşları ve toplum içindeki saygınlıkları ne olursa olsun bir anda gecenin şaklabanı pozisyonuna düşerler.

Bir yakının düğünüyse ve piste çıkıp oynamazsan olay olabilir. Düğünümde oynamadı çok üzüldüm cümlesini çok duymuşuzdur.

Düğünlerin çaresiz insanları yaşlılardır. Kimi gürültüden kaçmak ister kaçamaz. Kimi oynamak ister oynayamaz.

Maket pasta kesmek... Kılıç kınından çekilir. Gelin damat, bir çizgi üzerinde kılıcı aşağı doğru indirir. Komedi... Başka bir şey değil...


Bu maddeleri daha da çoğaltabiliriz. En iyisi fazla kurcalamayalım da sizin de aklınızı çelmeyelim.

Haydi eller havaya!!!



9 Aralık 2009 Çarşamba

Sonradan Görme Şoförlerimiz


Aramızda yaşayan bu mahlukatların tek hedefi bizlerin sabırlarını sınamaktır. Bana öyle geliyor en azından... O yüzden mümkün olduğunca etrafımdaki densizlerin, trafikte bana ve başkalarına yaptıklarına sinirlenmem.

Bu mahlukatların olmazsa olmazları ise şunlardır (unuttuğum varsa ekleyin) :

Yolda bir araba boyu öne geçmeyi kar sayar.

Hızı ne olursa olsun, önündeki arabayla mesafesi bir metreden azdır.

Trafiği bir hayat yarışı gibi algılar. Ona göre en önde giden en başarılıdır.

Şerit tanımaz ve huzursuzluğunu etrafa yansıtır.

Soldan gitmeyi marifet sağdan gitmeyi acizlik sayar.

Yaya şeridinin ne olduğunu bilmez.

Kırmızı yandıktan sonra üç saniye daha geçme hakkı var zanneder.

Yeşil ışık yandıktan bir salise sonra kornaya basar.

Sinyal kullanmaz.

Ucuz atlattığı ya da arkadaşlarını yaptığı kazalardan ders çıkarmaz.

Haktan hukuktan bahseder, emniyet şeridinde gider.

Yolun ortasına park edip gider.

Ambulansın peşinden gitmeye bayılır.

8 Aralık 2009 Salı

Çorlulu Ali Paşa Medresesi ve Nargile


Sigara hiç içmedim inşallah hiç de içmem. İçene saygı duyarım ama bir-iki dokundurma yapmadan durmam... Nargile ise çok daha fazla zararlı olmasına rağmen nedense bana keyif, stresten kurtulma, muhabbet, huzur hisleri verir. Nargile içerken daha derin düşünür daha fazla birşeyleri sorgular bulurum kendimi...

Son birkaç senedir moda olan nargile içme bu kadar popüler değildi biz yirmili yaşların başındayken. Kuzenle arada bir giderdik Tophane'ye... Derken Çemberlitaş'taki Çorlulu Ali Paşa Medresesi içindeki mekana yolumuz düştü günün birinde ve bir daha da kopamadık. Kopmak da istemiyoruz belki... Oturduğum caddede en az on tane nargile kafe açılmış olmasına rağmen saat kaç olursa olsun üşenmeden kalkıp gidiyoruz halen...

Peki bizi buraya bu kadar çeken şeyler nedir?

Öncelikle eski ve tarihi bir semt. Yaşanmışlık kokusu mekana sinmiş. Bu kimilerini rahatsız edebilir ama bana huzur veriyor.

Trafiğe kapalı bir caddeden gün içinde binlerce kişi geçerken, kalabalıktan kurtulup bir anda ince iki duvar arasından gizli bir bahçeye giriyorsunuz. On saniye içinde mistik bir havanın içinde buluyorsunuz kendinizi...

Burada içilen nargilenin tadı başka yerlerdekine benzemiyor. Malzemeyi kendi yapmalarının farkı olsa gerek. Böyle şeyler tavsiye edilmez ancak ilk defa nargile deneyecekseniz burası doğru adres...

Türk Kahvesi buranın olmazsa olmazlarından...

Adisyon tutulmaması ve çıkarken yiyip içtiklerinizi sizin söylemeniz mekanın samimyetine küçük bir örnek.

Personel çok güleryüzlü ve yaptıkları işten keyif alıyorlar. Kor dağıtan Mustafa Ağabeyin felsefi sözler ile muhabbetinize katılması, başka yerlerde alışık olmadığımız ve buranın farkını oluşturan önemli bir unsur.

Gösteriş yapma gibi bir kompleksi olmayan insanlar tercih ediyor burayı. Maksat nargile içmek ve muhabbet etmek. Etrafı süzen bakışlara pek rastlamazsınız.

Eski tahta sandalyelerde çok fazla oturunca rahatsız olma ihtimaliniz var ancak buraya da modern yumuşak sandalyeler koyarsanız ambiyansın kaybolma riski var. Böylesi daha iyi...

Nargile içmeseniz de en azından bir çay içmek için bile uğramanızı tavsiye ederim...


5 Aralık 2009 Cumartesi

Shakespeare acaba kim?


Meğer senelerdir süre gelen önemli bir tartışma konusu varmış da haberimiz yokmuş. Gelmiş geçmiş en büyük şair ve yazarlardan biri olan William Shakespear diye biri var mı yoksa kişiliğini gizleyen bir yazar bu adamın imzasını mı kullanmıştı?

Hadi canım demeyelim de bir bakalım ne diyor bu tartışmayı ortaya koyanlar :

Faizle borç verdiği bir alacaklısına yazdığı mektup dışında kendi imzasıyla yazdığı başka hiçbir yazı yok.

Mezarında yazar değil tüccar William Shakespeare yazar.

Okuma yazması olmayan bir kasap çırağı ve panayır oyuncusu olduğu bilinir.

Don Kişotun büyük yazarı, roman türünün babası Cervantes ile aynı yıl aynı ay aynı günde kalemlerini susturmuşlar. (23 Nisan 1616) Tesadüf mü?

William Harvey kan dolaşımını 1619'da bulmuş. Sheakespeare birkaç piyesinde bu bahis geçmiş ancak 1616'da ölmüş.

Öldüğünde, İngiltere'de büyük yazarların öldükleri zaman defnedildikleri Westminister Abbey'e değil Stradford'da bir kilisenin bahçesine gömülmüş.

Bu okuma yazma bilmeyen, İngiltere'den dışarı çıkmamış, yaşadığı bölgede kütüphane bile bulunmayan bir adam nasıl olur da eserlerinde yaklaşık yirmi bin kelime kullanmış?

Bu eserleri yazan bir adamın tarih,felsefe,tıp ilimlerine son derece hakim olması ve Fransızca bilmesi gerekir. Sizce bizim kasap bu ilimlere sahip mi?

Evet karar sizin... Bir kısım insanlar büyük yazar Francise Bacon'ın eserleri sahneletebilmek için kamuflaj olarak bu ismi kullandığını söylüyor.

Herşeye rağmen bu adamın eserlerini okumaya devam ediyorum. Bu şaheserleri kimin yazdığı değil ne yazmış o önemli değil mi?

3 Aralık 2009 Perşembe

İsviçre'de Minare için Referandum


Haber ajansları son dakika haberi olarak verdiklerinde televizyon başındaydım. Referandumdan haberim olmadığı için ilk etapta idrak edemedim neler olup bittiğini...

Olay hepimizin malumu. İsviçre'de referandum yapılıyor ve camilere minare yapılması yasağına %57 evet oyu çıkıyor.

Sonra biranda kıyamet kopuyor ve 'İşte Batı'nın gerçek yüzü' sloganları Türk Basınının tüm organlarında yayınlanıyor. İktidar ve muhalefet hiçbir şeyde görülmeyen birliktelikle İsviçre'ye karşı ağız birliği yapıyor ve sert açıklamalarda bulunuyorlar.

Burada ne sorgulanıyor hala anlayabilmiş değilim. Bir kere böyle bir konuda dahi referandum yapabilme kabiliyeti bir ülke adına gurur verici bir durum. Bu karar iktidarın desteği olmamasına rağmen uygulanması da demokrasinin gelişmişliğini gösterir. Diğer taraftan, gerçekten de, demokrasilerde, ikidebir referanduma gitmek yol değildir. Dahası, bu yol nihayetinde, temsili ve ilkesel demokrasi anlayışını ‘çoğunluk raconu’na feda etmektir. Ancak, referandumları, ‘kamuoyu yoklaması’ olarak dikkate almak gerekir.

Kararı destekliyor muyum? Elbetteki hayır. Demokrasi demek çok kültürlülük demek, azınlık haklarının korunması demek, öbürünün hakkına saygı demek. Bunlardan hiçbiriyle bağdaşmayan bu kararı medeniyetin merkezi olduğu söylenen bir ülkeden çıkması düşündürücü.

Birincisi, Amerika başta olmak üzere dünyaya pompalanan 'her müslüman potansiyel teröristtir' imajı meyvelerini vermeye başlamıştır. İslamofobia, Amerika ve Avrupa'da her geçen gün artmaktadır.

İkincisi, kimse kimseyi kandırmasın. Avrupa'nın belirleyici kültürü Hristiyanlıktır. Laiklik kalkanı arkasında sekiz Avrupa ülkesinin bayrağında haç olduğunu unutmamak gerekir.

Beni bu konuda düşündüren, İslam toplumunun neden öz eleştiri yapmıyor olması. İsviçre halkı, kendilerine ne kadar yanlış fikirler enjekte edilmek istense de İslamın gerçek yüzünü bilseler ya da bilgilendirseler bu oyuna gelmeyecekler.

Neden bu insanlara gerçekleri anlatma yollarını düşünmüyoruz? Neden bu imajı düzeltmek için uğraşmıyoruz?

Tabii bu sırada da bazı şeyleri de görmek gerekiyor. Medeniyetin ve demokrasinin merkezi denen Avrupa'da hızla yayılan bir faşizm var...

Örnek aldığımız yolu iyi seçmek lazım...Özendiğimiz devletlerin gerçekte ne olduklarını görmek gerekir...


30 Kasım 2009 Pazartesi

Bu Şarkı Kimin?


Balkan Kültürünü, insanlarını ve doğasını hep sevmişimdir ve ilgi duymuşumdur. Balkan topraklarında yaşayan toplumların da birçok ortak noktaları olduğunu hep görüyoruz. Tesadüfen Televizyonda rastladığım ' Bu Şarkı Kimin?' belgeseli burada yaşayan insanların hem ne kadar yakın olduklarını hem de ne kadar birbirlerini çekemediklerine dair güzel bir örnek...

Yönetmen ve senarist Adela Peeva, beste ve güftesinin kime ait olduğu belli olmayan bizdeki adıyla Katibim şarkısının hangi ülkeden çıktığını öğrenmek ve bu sayede toplumlar arasında güzel diyaloglar oluşturmak adına bir yola çıkıyor. Ancak çıktığına çıkacağına da pişman oluyor...

Bir şarkı insanların kaderini değiştirebilir mi? Bir şarkı âşıkları bir araya getirip sonra da kör bir kıskançlığa sürükleyebilir mi? Bir şarkı bir adamın tüm yaşamı boyunca, hatta daha da ötesinde, onun yakasına yapışabilir mi? Bir şarkı etnik nefrete ya da intikam almaya yol açabilir mi? BU ŞARKI KİMİN? Bütün bu sorulara cevap veriyor. Filmdeki karakterler hem Glikeria, Zeki Müren, Selma Karlovats, Ömer Pobrich gibi Balkan müziğinin yerel yıldızları, hem de Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Yugoslavya, Makedonya ve Bulgaristan’dan sıradan insanlar…

Merak edenler belgeselin fragmanını aşağıdaki adresten izleyebilirler :





28 Kasım 2009 Cumartesi

Bayram Notları


Her bayram öncesi gece bir türlü uyuyamam. Pek de uyuma meraklısı da olmam. Anlyamadığım bir heyecan oluyor içimde. Hadi sabah olsun da bayram gelsin gibi...

Namaza gidilir genelde kuzen, baba ve enişte ile... İlk onlarla bayramlaşılır. Bir bayrama daha beraber huzur ve sağlık içinde girmenin şükrü içinde eller öpülür...

Teyzede, büyük aile kahvaltısına geçilir. Masada ne mi var? Herşey var işte... Mükellef bir kahvaltı yapılır. Tabi ailenin en büyüğü anneanne masanın en başında... Kalabalık ve sürekli bağırarak konuşan İtalyan aileleri gibiyizdir... Tam bu sırada Selen arar İtalya'dan masadaki tek eksik olarak...

Erkekler fazla vakit kaybetmeden kurban alanına gider ve kesim işlemlerine başlanır. Senelerdir oturmuş ekipte herkesin görevi bellidir. Makine gibi şaşmadan hekes işini yapar ve iki saat içinde yedi koyun torbalara doldurulur.

Sıra evin hanımlarındadır. Daha soğumamış etten yapılan kavurmanın lezzeti başka hangi yemekte var acaba?

Yemek sonrası anneanneye gidilir ve ikinci kez aile toplanır.

Sonraki günlerde sizin keyfinize kalmıştır. Gelenler gidenler mesajlar telefonlar...

Hatırlamak, hatırlanmak okşar gururları...

Yaşlıları ziyarette gözlerindeki sönmekte olan ışıltıların yeniden hayata geçtiği görülür ve bir gün biz de böyle olacağımız akla gelir. Acaba bizi ziyarete gelen olacak mı? Gelen olsa da zorla mı gelecekler yoksa koşa koşa mı gelecekler?

Mümkün olduğunca bayramda buralarda kalmak lazım. Eğer bu ziyaretlerden bu telefonlardan sonra karşındakinin memnuniyetinden zevk almıyorsan sende sorun vardır ona göre...

Bayramda tatile gitmek mi? Yapıyoruz bazen öyle eşeklikler ama hiçbirisinin dönüşünde iyi ki gitmişim diyemediğim gibi gitmiş olmanın pişmanlığını yaşıyorum....

Acaba kaç bayram daha yaşayacağız şu dünyada? Kaçı analı babalı kaçı anasız babasız? Kaçı sağlıklı ve özgür? Kaçı hasta ve esaret içinde?

İyi bayramlar efendim...

Pinhani


Sonunda... Beğenerek dinlediğim grubu canlı dinleme imkanı bir türlü bulamamıştım. Baktılar benim gideceğim yok ayağıma kadar geldiler sağ olsunlar. Yenimahalle kültür merkezinde konser vereceklerini aybaşında öğrendiğimde hemen ajandaya notu aldım.
Gün içinde gidememe ihtimalim doğmasına rağmen bu sefer gitmeliyim diyordum içimden ve konserin başlamasına bir dakika kala boş koltuk kalmayan salonda basamakta oturmaya çoktan razıydım.

Hele Bi Gel ile güzel bir giriş yaptılar. Grubun gitaristi Akın Eldes'i bundan seneler evvel Bulutsuzluk Özlemi ile çalarken dinlemiştim. Türkiye'nin en iyi gitaristlerinden biri olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Grubun tüm üyeleri çok rahat ve mütevaziler. Bu işi yapmaktan çok zevk aldıkları belli. Sadece yaptıkları müzik ile hatırlanmak istedikleri mesajını alıyoruz tüm üyelerinin kıyafetlerinin sıradan olması, herhangi bir koreografilerinin olmamasıyla...

Solist ve grubun baş elemanı Sinan sempatik ancak günümüz tabiri ile karizmatik biri değil ama ses tonu ile zihindeki tüm olumsuzlukları yok ediyor. Şarkı söylerken ne kendini ne de seyircileri yoruyor.

Bakırköy'lü Sinan'ın şarkı aralarında 'şu şarkıyı Bakırköy-Taksim dolmuşunda yaptım' 'şu şarkıyı Bakırköy-Mecidiyeköy otobüsünde yazdım' anketodları ona olan sempatimi daha da arttırıyor.

Düğün Dernek şarkısıyla tempoyu arttıran grup, Ben Ki Sevmekten Hiç Usanmam ve Dön Bak Dünyaya şarkılarıyla stresli ve yoğun geçen günün tüm yorgunluğunu üzerimizden alıyor.

Bir gün sevdiğim bir grubun üyeleriyle ne zaman müzik yapacağım hayalini kurarak eve gidiyorum ve gider gitmez gitarı elime alıp bir Pinhani konseri de ben veriyorum evdekilere...

22 Kasım 2009 Pazar

Üç Şey


Geçen hafta Şükrü Kızılot'un köşesindeki küçük anekdot çok hoşuma gitti :

KÖY sakinleri yağmur duasına çıkmışlardı. Bütün köy ahalisi toplandı. İçlerinden sadece birinde şemsiye vardı. Bu inançtır.

Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar gülmekten bayılır. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onu tutacaktır. Bu güvendir.

Yatağımıza girerken yarın uyanıp yaşamaya devam edeceğimize dair teminatımız yoktur. Ama yine de ertesi güne dair planlar yaparız. Bu ümittir.


Ve bu üçü varsa hayatınız güzeldir.

Bir Derby Maçtan Sonra Alınan Dersler ve Tavsiyeler


Kazanılan derbilerden sonra herşey unutulur ve galibiyetin keyfi çıkarılır ancak sonuç mağlubiyet ise aşağıdaki dersler çıkarılır :

- Deplasman derbysi hiçbir karşılığı olmayan duygularla dolu olur ve yaşanan hüzün ve sevinçlerin dünyada karşılığı çok azdır. Bu yüzden, eğer bu taraftarlık işine biraz bulaşıldıysa ne yapıp yapıp maça gidilmelidir.

- Bayanların olduğu ortamlarda derby seyredilmemelidir (azınlık futbolsever bayanlar hariç).

- Yemekli, çaylı, pastalı organizasyonlarla derby maç yanyana gelmemelidir.

- Maç sırasında maçın dışında başka şeyler ile ilgilenen insanlar sizi rahatsız etmiyor gibi görünür ancak bilinçaltında şöyle bir fikir oluşur : Bir derby maçtan daha önemli ne olabilir? İşte bu durum psikolojinizi etkileyebilir. Bu tip insanlarla maç seyredilmemelidir.

- Uğura inanılmasa da defalarca denenmiş ve hiçbir galbiyet alınmamış mekanlarda ısrar edilmemelidir.

- Maç sonrası için önceden yapılmış bir eğlence organizasyonuna katılmama ihtimali düşünülmelidir.

- Galibiyetler sonrası bir yerlere mesajlar atılırsa ya da telefonla arınıp dalga geçilirse, mağlubiyetler sonucu bunun tersi olacağı ve sonuçlarına katlanılması gerekliliği unutulmamalıdır çünkü karşı taraf bu anı beklemektedir.

- Takım hakkında bir maça bakılarak asla kesin hükümler verilmemelidir ancak bu tip maçlarda bu hükümler çok verilir. Bu oyunlara gelinmemelidir.

- Etrafındakilerin saçmalama katsayıları yükselir çünkü beyinin çalışması değişir ve anormal fikirler ortaya çıkar. 'Alex futbolcu mudur?' gibi sözler duyulur. Sabır edilmelidir.

- Maç biter bitmez derby psikolojisinden kurtulmak için en iyi yöntem yalnız kalmak ve mümkünse film seyretmektir.

- Hergün okunan gazeteler ve haber sitelerine uğranılmamalıdır. Hem moral bozmaya gerek yoktur hem de tiraj ve hit artırılmamalıdır.




17 Kasım 2009 Salı

Osmanlı Padişahları


Osmanlı padişahları hakkında bazı bilgiler :

* Ortalama tahta geçme yaşı : 31.9

* Ortalama saltanat süresi : 17.3

* Ortalama ölüm yaşları : 51.4

* 5'i kalp yetmezliğinden, 4'ü idamdan, 4'ü nikristen (gut hastalığı), 2'si intihardan, 3'ü zayıflıktan, 7'si felçten, 1'i suikastten, 1'i diyabetten, 1'i tifüsten, 2'i sirozdan, 1'i kanserden, 1'i tüberkülozdan, 1'i dizanteriden, 1'i çarpmadan, 1'i zihinsel hastalıktan, 1'i zehirlenmeden ölmüşlerdir.

* 36 padişahın 21'i şairdi.

* Padişah annelerinin 4'ü Türk, 5'i Rum, 3'ü Çerkez,2'si Rus, 2'si Girit'li, 2'si Gürcü, 2'si Dulkadirli, 1'i Slav, 1'i Germiyanoğlu, 1'i Venedikli... 13 annenin aslı tam olarak bilinmiyor.

12 Kasım 2009 Perşembe

İlber Ortaylı İle Tarih Dersi


Bu sene Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği konferanslara ilk kez katılma fırsatı buldum. Konferans, söyleşi, konserlerden oluşan aylık program, beş on gün önce kültür a.ş. internet sitesinden ya da kültür merkezlerindeki kitapçıklardan öğrenilebiliniyor.
Bugünkü ders Tarık Zafer Tunaya'da İlber Ortaylı ile yapıldı. Konu 1 Kasım 1922 saltanatın kaldırılması idi.
Aldığım notlardan bazılarını iletiyim :
* 1 Kasım 1922'de TBMM, 503 nolu karar ile Saltanatı kaldırmıştır. Kanun değildir.
* Saltanatın kaldırılmasıyla rejim değişmiştir. Bir devlet yıkılıp yeni bir devlet kurulmamıştır.
* Kimileri İstiklal Mahkemelerini ve İzmir suikasti sonucu yaşanaları göstererek rejimin çok kanlı değiştiğini söyler ancak Sovyet İhtilali, Yunan İç savaşı, İspanya İç Savaşına kıyaslanırsa hiç de kanlı bir değişim olmamıştır. Fransız İhtilalini bu sınıfa bile koymamız yanlış olur. Aralarında en kanlısıdır.
* Saltanatın kaldırılmasıyla 6. Mehmet ya da Vahdeddin (1. Vahdettin değil) 11 Kasım'da İngilizlere mektup yazmıştır. Neden İngiltere denirse çünkü başka sığınacak bir ülke yoktur.
* 17 Kasım'da onbir kişiyle İstanbul'dan ayrılmıştır.
* Hanedan mensupları hiçbir zaman Türkiye Devleti hakkında olumsuz tavırları ve düşünceleri olmamıştır.
* Hanedan mensuplarının çoğu maddi sıkıntı çekmişlerdir ancak yine de çocuklarının iyi eğitim almaları için ellerinden geleni yapmışlardır.
* Hiçbir dolandırıcılık, ahklaksızlığa adları karışmamıştır. Hanedan kadınlarının hepsi iffetlerine sahip insanlardır. Aileye mensup hiçkimsede herhangi bir aşırıya kaçma görülmemiştir.
* Hanedan mensupları tassuvufi terbiyeye sahip kişilerdir.
* 1952'de Hanedan'ın kadın mensuplarına af çıkacağı vakit zannedildiği gibi, CHP'liler değil İhsan Sabri Çağlayangil önderliğindeki Demokrat Parti vekilleri karşı çıkmışlardır.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Steaua maçından bir hatıra

Bir kitap dolusu anı çıkar herhalde Fenerbahçe'de geçirdiğim dolu dolu altı yıl içinde yaşadığım olayları yazsam. İnşallah aklıma geldikçe ara sıra buraya yazarım...

Perşembe günü yaşadığım küçük bir olay bu düşünceyi aklıma getirdi. O günlerdeki olaylara benziyordu.

Maç günü saat 11'de Steaua Marketing Director'u denen kişi sizi cepten arayıp 'Hasan! I need your help very urgently!'' deyince şaşırdım. Bana ne gibi ihtiyacı olabilir ki dedim. Onbeş gün evvel tanıştığım ve iyi anlaştığım adam 'zor durumdayım yardım et' diyordu.

Konu şu ki; Steaua forma reklamı bir bahsi şirketi ve Avrupa kupalarında bahis reklamı yasak. Biraz tecrübesizlik biraz ihmalkarlık sonucu reklamlı formaları ile gelmiş takım ve maç toplantısında hakem formanın üzerindeki reklamın kapanması gerektiğini söylemiş. On saat sonra maç başlayacak, yedek forma yok, Romanya'dan reklamsız forma gönderme şansları yok.

Bobby 'ne yapabiliriz?' dediğinde hiç düşünmeden 'sakin ol çözümü çok kolay dedim' hemen. Bunun gibi o kadar çok olay yaşamıştım ki Fenerbahçe günlerinde...

Formaları ve -yes no- dan başka yabancı kelime bilmeyen malzemeciyi alıp direk Fenerium'un baskı odasına biraz farklı yollardan gittik. İki saatte formaların reklamlarını kapattık.
Maç öncesi yaşanan bu olay beni eski günlere götürdü. O stres, heyecan, sevgi, neşe dolu günleri hatırlattı. Bir daha hiç gelmeyecek ve trilyonlarla dahi satın alınamayacak güzellikteki günleri...

Formaları okuyup üflerdim eskiden... Çok şükür uzun bir aradan sonra tekrar bu ritüelimi gerçekleştirdim... Maç mı? 3-1 aldık...

29 Ekim 2009 Perşembe

Cumhuriyet'in 86. yılı

Cumhuriyetimizin 86. yılını kutluyoruz. Ülkemizin maddi, manevi zor bir dönemeçten geçtiği sırada...

Büyük önder Atatürk'ün bize emanet ettiği bu dünyanın en güzel ülkesinin Cumhuriyet rejimi ile idare edilmesinin haklı gururunu yaşıyoruz.

Seksen altı yılda demokrasimiz çok yol almış. Daha da hızlı gidebilir miydik tartışılır. Bunu tartışacağımıza bundan sonra hızlandırmak için neler yapmalıyız onu tartışmalıyız...

Sanırım işe Anayasayı değiştirmekle başlamak doğru olacak. Sivil irade ile hazırlanmış bir anayasa sayesinde demokrasimiz daha sağlam temellere sahip olacaktır.

Yaşasın Cumhuriyet...

27 Ekim 2009 Salı

Fenerbahçe-Galatasaray 2009


On sene önceki maça babam ve kuzen Ender ile gitmiştim. Erteleme maçıydı ve inanılmaz bir yağmur vardı. Biletimiz eski maraton tribündendi. Stada girmek için yaklaşık 35-40 santimlik bir su birikintisinin içinden geçmek gerekiyordu. Yirmi iki yaşındaki ben ve benden iki yaş küçük kuzen için bu su birikintisinden geçmek hiç de önemli değildi. Yüzer yine geçerdik ancak babamın da bu suyun içinden geçtiğini gördüğüm an bu maçların bir Fenerbahçe'li için ne kadar önemli olduğunu daha iyi idrak ettim.

Kötü bir maçtı ve yenilmiştik. On yıl önce...

O günden beri oynanan on lig maçını da Fenerbahçe kazandı. Hepsinin de canlı şahidiyim. Derbiler, futbol heyecanının en üst noktalarının yaşandığı maçlar. Tadı ne başka maçlardan alınabiliyor ne de futbolseverlere göre herhangi bir aktiviteden...

Her derbi öncesi kendi kendime yaptığım telkinler maçın başlamasına az bir süre kala unutuluyor. Maçla beraber atmosferin büyüsüne kapılan ruhum bana yakışmayan hareketler yaptırıyor... Kimseye zarar vermemem tek tesellim...

Türkiye'de birçok şeyde olduğu gibi futbolu yönetiminde büyük sorunlar var. Bu sorunların bir kısmını çözmek için Fenerbahçe-Galatasaray maçları kullanılabilir. Ancak Federasyon bırakın bu sorunların üstüne gitmeyi daha fazla kaçmaya devam ediyor.

Maç öncesi hakemin başı yarılıyor ancak maçın oniki dakika geç başlaması dışında hiçbir anormallik yaşanmıyor.

Ertesi gün hakem demeç veriyor ' Maçı tatil etsem Kadıköy yıkılırdı' diyor ... Demek ki bazı sorunları çözmek için Kadıköy'ü yıkmak gerekecek...

Galibiyet güzel de bu güzelliğin devamını bu düzende ne kadar sağlayacaklarını sanıyor bu işi yönetenler? Bindikleri dalı kesiyorlar. İtalya'da; yaşanan şikeler ve şiddet olayları yüzünden maça gidenlerin, televizyondan seyredenlerin ve bunun gibi bir çok etken sonucu ligin değerinin nasıl düştüğünü görmüyorlar mı?


19 Ekim 2009 Pazartesi

Emre'nin forması

Dün takım şanssız bir şekilde bir puan kaybetti. 90+3te hangi takım serbest vuruştan galibiyeti yakalasa aynı şeyi söylerim.

Üzüldük tabi. Teknik açıdan hataları gördüğümüzü saıyoruz ancak burada bu konulara girmeyiz. Ben başka bir şeye dikkat çekmek istiyorum.

Sezon başından beri Alex ile beraber takımın en formda ismi olan ve geçen sezon tribünde bazılarının kafasında soru işareti taşıyan Emre Belözoğlu bu sene bu soru işaretlerini, gösterdiği performansla ortadan kaldırdı gibi...

Ancak bu oyuncu sezon başından beri kuruluş formasını giydiğimiz maçlarda, formanın yakasını ve kollarını kesiyor. Sanırım ondan cesaret alan Mehmet Topuz da formasını kesmeye başladı.

Bu olayı kabullenemiyorum. Bu adam kim oluyor ki bazılarımız için kutsal sayılan bir üniformayı deforme ediyor. Kendinde bu hakkı nasıl buluyor? Bir çalışan düşünün ki iş elbisesinin belli yerlerini kesiyor ve ne acıdır ki ne kulüpten ne basından hiç kimse bu duruma müdehale edemiyor.

Bu büyük saygısızlığı daha önce hiçbir kulüpte görmedim. Hiçbir kulüpte böyle birşeye tahammül edilemez. Zaten hiçbir futbolcu böyle bir şeye tenezzül edemez.

Kendisine sorsanız yaka rahatsız ediyor kolları sıkıyor gibi mazeretler sunabilir. Ne olursa olsun bunların hiçbiri kabul edilemez. Rahatsız da olsa, acı dahi çekse forma kendisine nasıl verildiyse o şekilde giymelidir.

Yönetimdeki büyüklerimizin bu konuyu bir an önce dikkat almasını temenni ediyorum. Umarım bu arkadaş düzgün bir şekilde uyarılır ve diğer oyunculara örnek olur.

18 Ekim 2009 Pazar

Pazar Notları


Bazı mekanlarda bulunduğumuz sıralarda sanki kendimizi evimizde gibi hissediyoruz. Oradaki diğer kişiler, o sırada yaşanan herhangi bir olumsuzluk sizin bu duygularınızı pek etkilemiyor. Saatlerce sıkılmadan zaman geçirebiliyoruz... Herkesin böyle mekanları vardır herhalde... Kimimiz için bir çay bahçesi kimimiz için stadyum kimimiz için bir meyhane kimimiz için bir türbe...

Avrasya Maratonu sayesinde senede bir gün sahil yolu beş saatliğine de olsa sessizliğe bürünüyor. Yol uğultusu o kadar içimize işlemiş ki bu sessizlik neredeyse rahatsız edecek. Uzaktan gelen teknelerin tatlı motor sesleri sayesinde deniz kenarında yaşadığımızın farkına varıyoruz...

Televizyondaki futbol tartışma programlarını sesi kısık izlemeyi denediniz mi? Genelde dört adam ve dördü de kravatlı, takım elbiseli. Dıştan bakıldığında gayet ciddiler. Eskilerin tabiriyle kelli felli adamlar. Bu kişilerin ne konuştuklarını bilmeseniz ya çok önemli bir memleket meselesini konuştuklarını ya da ilmi bir konu hakkında derin bir tartışma içinde olduklarını zannedersiniz. Kimseye bir fayda sağlamayan programlar daha ne kadar sürecek?

Altın Portakal film festivali ödül töreni... Geçtiğimiz senelerde organizasyon açısından atılım yapan festivalin finali çok sönüktü. Sanırım yeni belediyenin vizyonu ile alakalı bir şey...






14 Ekim 2009 Çarşamba

Türkiye-Ermenistan


Simon Kuper 'Futbol Asla Sadece Futbol Değildir' kitabını yazarken acaba bazı maçlarda futbolun sadece bazı amaçlara bu kadar fazla araç olacağını düşünmüş müydü?

Evet futbol asla sadece futbol değil ancak bu akşamki maçı; öncesi, sonrası ve maç sırasında insanların öyle ya da böyle kendi emelleri uğruna alet ettiklerine şahit olduk.

Maçı hiç seyretmeyecektim ama bu çirkin maça bile göz ucuyla bakmaktan kendimi alamadım. Bir yandan kitap okuyor bir yandan önemli pozisyonlara bakıyordum.

İki ülke Cumhurbaşkanı, UEFA Başkanı ve birçok üst düzey! insan maçtaydı. Maç biletleri belli gruplara (taraftar gruplarına, harp okulu öğrencilerine, polis koleji öğrencileri vs.) dağıtıldı. Yani sade vatandaşın bu maça para vererek gitme ihtimali yoktu. Provokasyondan korkuluyormuş.

Maçtan önce Bursa Teksas grubu tribün liderini televizyonda seyrederken duyduklarıma inanmak istemedim. Kendisi Cumhurbaşkanı ile görüşmüş ve ondan bazı tavsiyeler almış. Eğer bir Cumhurbaşkanı bir maç öncesi (hangi maç olursa olsun) bir amigo lideriyle yüz yüze görüşüyorsa ve ona tavsiyelerde bulunuyorsa vay o ülkenin haline derim... İnşallah bazı şeyleri göremiyorumdur ya da fazla abartıyorumdur...

Bu basit ve güzel oyunu daha ne kadar kendi emelleriniz uğruna kullanacaksınız? Her geçen gün insanları futboldan soğuttuğunuzun farkında değil misiniz? Umurunuzda mı? Hayır biliyorum... Bugün futbolu kullananlar yarın da başka birşey bulur elbet...

Seksenlerin ortalarında bulaştığım ve hayatımı değiştiren futbolun; saflığının her geçen gün kirletildiğini görmek son derece üzücü...

Maç sonucu mu? 2-0


13 Ekim 2009 Salı

Aşk - Elif Şafak


Roman okumam. Ukalaca ve yanlış biliyorum ama okumak gereken bir sürü bilgi varken roman okumak zaman kaybı gibi gelir hep...

Gazetedeki yazılarını ve çeşitli dergilerdeki makalelerini beğenerek takip ettiğim, konuşma ve davranış üslubunu takdir ettiğim bir yazar Elif Şafak. Ancak bir türlü romanlarına elim gitmiyordu önyargılarım sayesinde.

Kardeşimin tavsiyesine bu sefer uydum ve 450 sayfalık kitabı bir haftada bitirdim ki bu benim için bir rekordur. Aynı anda birkaç kitap okurum ve bir kitabı bir aya yakın bir sürede bitirebilirim...

Senelerdir tasavvufa alakam vardır. Genelde bu alanda kitapları takip ederim. Teorik bilgilerden ya da biyografilerden oluşan bu kitapların içindeyken bu bilgilerle yoğrulmuş bir roman okumak bana çok ayrı bir haz verdi.

Kitap; Hz. Mevlana-Şems-i Tebrizi arasındaki ilişki ve onların etrafında yaşananları, günümüzdeki Amerikalı musevi bir ev hanımı ile müslüman bir sufinin arasında yaşanan aşk hikayesini, iç içe geçirerek yazarın kendine has üslubuyla anlatıyor.

Bir düşünüre göre aşk çok şiddetli muhabbettir. Aşk iki ayrı cins arasında değil gönüller arasında yaşanır. Hz. Mevlana ile Şems-i Tebrizi arasında yaşanan aşk da böyledir. Başkalarının anladığı ya da anlamak istediği gibi -estağfurullah- cinsi bir ilişki değil. Okumak, anlamak gerekir...

Hz. Mevlana hakkında sayısız eser var ancak Şems-i Tebrizi hakkında fazla bilgi doküman yok. Nerede ve ne zaman öldüğüne dair bir bilgi de yok. Yazar bu kişiliği eldeki bilgiler ile çok güzel tasvir etmiş.

Eğer bu ilme az da olsa bir ilgi ya da merak duyuyorsanız başlangıç için bu kitapla giriş yapabilirsiniz. İlginiz yoksa da aşka başka bir pencereden bakmak için güzle bir örnek.

11 Ekim 2009 Pazar

Pazar Notları


Modernlik denen şey... Her zamanın insanı, kendinden önce yaşamış insanları beğenmez ve kendisini daha modern daha çağdaş daha ilerici görür. Bu günümüzde en üst noktada. Modernlikten anladığımız şey teknolojiden istifade oranımız ile eşdeğer tutuluyor. Peki bu teknoloji, neden hala Mısır Piramitlerinin ya da Süleymaniye Camiinin kubessinin sırrını çözemiyor? Peki bu kadar moderniz ve çağdaşız neden Mozart'ın yaptığı besteler yapılamıyor çok daha büyük imkanlar elde varken? Neden Mevlana'nın kandil yağını yakarak aydınlattığı odasındayken yazdığı beyitlerden bir tanesini bile yazamıyor şimdiki insanlık?

Taksim'deki sahaf festivali... Perşembe gününe kadar uzatılmış. Fazla birşey bulamadım kendi adıma ama yine de bu kadar sahafı bir arada görmek güzel...

Cafe Şimdi.. Tünel'de Darty'nin arkasındaki sokakta... Bir kahvehaneden çok evin geniş salonunda hissediyorum kendimi büyük sofada kahve yudumlarken...

Hayatımın gruplarından Oasis dağıldı. Yaramaz kardeşlerden Ağabey Noel artık Liam'a tahammül edemediğini söylüyor. Daha evvel de yaşanmıştı bu kavgalar ama bu sefer durum biraz daha ciddi gibi. Her şeye rağmen bu seferki ayrılık biraz daha fazla uzun sürse de bir iki yıl sonra tekrar bir araya geleceklerini tahmin ediyorum. Oasis konser performansı dinlemeden gitmeyelim şu dünyadan...

Osman Ertuğrul Efendi


Geçtiğimiz hafta Osmanlı Hanedanının en kıdemli mensubu, İkinci Abdülhamit'in torunu Osman Ertuğrul Efendi vefat etti. Allah rahmet eylesin. Doksanaltı yaşındaydı ve sadece birkaç ay önce İstanbul'a gelmişti.

Cenazesi, kimilerine göre büyük kalabıkla defnedildi. Ertuğrul Efendiden önceki Orhan Bey 1994 yılında vefat etmişti ve cenazesini on kişi defnetmişti. Tabi buna bakaraktan ciddi bir kalabalık vardı ancak bana kalırsa ecdadın bu son temsilcisini çok büyük kalabalıkların uğurlaması gerekirdi. Tüm hazırlıkları yapmama rağmen gidemedim, kısmet olmadı.

Neslişah Sultan Ertuğrul Bey'in vefatıyla hanedanın sona erdiğini, onun saray adabını ve protokolünü bilen son kişi olduğunu söyledi.

Defin işlemi 2. Abdülhamit Han'ın türbesinin içine yapıldı. Binlerce kişiden türbe içine sadece aile mensupları, bakanlar ve iki kişi daha alındı. Bu iki kişi İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı'ydı. Bu şahıslarına münhasır iki şahsiyetin değerlerini bilenlerin olduğunu görmek, ülkedeki alim şahsiyetlere verilen değerin her geçen gün artması, çok kötü gelişmeler görsek de medenileşme kırıntılarımızn da olduğunun bir göstergesi.

Kimilerine göre Osmanlı'yı sahiplenmek, korumak istemek Cumhuriyet karşıtlığına eşdeğer olarak görülüyor. Böyle olanlar yok mu? Malesef var ancak tarihimizin doksan yıl öncesini yok saymak ne derece doğru?

Acaba İngiletere'deki gibi bir sistem olsaydı, Cumhuriyetimiz olsa ama hanedan hala devam etse şuan Türkiye nerede olurdu? Kültürümüzdeki bu yozlaşma yaşanır mıydı? Kültürümüz yozlaşmasa biz nerede olurduk, dünya nerede olurdu?

8 Ekim 2009 Perşembe

The Damn United


Sinemayı seviyorum... İngiliz sinemasını seviyorum... Futbolu seviyorum... İngiliz futbolunu seviyorum...

Merakla beklediğim bu filmi DVD dükkanında bu kadar erken görebileceğimi tahmin etmiyordum. Bu filmin kötü olma ihtimalini düşünmek bile istemiyordum.

Bu ön yargılarla filmi seyrettim ve çok şükür ki film beni mahcup etmedi.

Efsane menajer Brian Colough'ın Leeds United'a transferi ve 44 günlük bu takımdaki macerasının gerçek hikayesi anlatılıyor. Başroldeki Michael Sheen'in performansı çok başarılı ama ben Peter Taylor rolündeki Timothy Spall'ı daha çok beğendim.

60'lı ve 70'li yıllarda geçiyor film. Zaman; arabaları, formaları, kıyafetleri, saç stilleri ve daha birçok detaylarla çok güzel yansıtılmış.

Futbolu sevmeyen biri için sıradan bir film gibi görünebilir ama bizim gibiler için gelmiş geçmiş en iyi on futbol filmi arasına (bence ilk üç) şimdiden girdi diyebilirim.

2004 yılında vefat eden bu efsane menajerin hikayesini herkese, ama anlamsız gibi görünen, bizlere ise içinde hayatla ilgili her şeyi barındıran bir oyun olan futbolu sevenlere tavsiye ederim.

6 Ekim 2009 Salı

Fenerbahçe - Gençlerbirliği


Ne güzel bir gündü bir Fenerbahçe'li için... Maçtan biraz önce ezeli rakibin renkdaşından üç gol yemiş, istekli ve mücadele gücü yüksek takımın ise sahada tam konsantre. Şansızlık uzak durursa daha ilk dakikalardan maçın geleceği gözüküyor derken; büyük üstad sahneye çıkıyor ve erkenden içimizdeki stresi alıveriyor.

Kim bilir kaç kere yaptı bu işi geldiğinden beri? Kaç kere bizi sevince boğdu? Yine yaptı ve daha çok yapacak inşallah. Belki bazen yapamıyor ama o kadar da lüksü olsun. Bir daha böyle bir adamın çubuklu giymiş başka versiyonunu görebilecek miyiz diye düşünüyorum. 'Korkarım hayır' diyorum içimden ve bazen sırf onu seyrediyorum oyun içinde.

Bu adam böyle bir iki paragrafla geçiştirilir mi? Asla... Kalbimizde yeri ayrı... Sonsuza dek...

Onaltı kişilik 'locamıza' her geçen gün yeni misafirlerimiz ekleniyor. Bu sene maçları sanki evin büyük balkonundan seyredermiş gibi seyrediyoruz. Maçın hem içinde hem dışındayız.

Malum sarı kart pozisyonunda kendimden geçiyorum ve bir dakika sonra utanıyorum. Nasıl kendime mukayet olamadım inanamıyorum. Belki başka bir hakem yapsa bu kadar tepki vermem ama bu adamın kötü niyetli olduğunu senelerdir görüyordum ve belki de ilk defa bu kadar yakından şahit olmuştum. Tövbe ediyorum içimden...

Sekizde sekiz ve en yakın rakibine sekiz haftada beş puan fark. Çok şükür diyip yola devam etmek lazım. Aman gevşemeyelim...

4 Ekim 2009 Pazar

Yeniden Pazar Notları


Mazeretim yok. Var da yazmaya vakit bulamayacak şeyler değil... Tekrar başlayalım bakalım nereye kadar gideceğiz...

Senenin en sevdiğim zamanları başladı. Güneşin kavuruculuğunun sona erdiği, saatlerin geri alınmadığı, hafif serin hafif yağmurlu... Sonbahar... İnsan doğduğu mevsimi severmiş diyorlar. Belki ondandır.

İstanbul'da Sonbahar hakkında kim bilir kaç kitap kaç makale kaç şiir kaç güfte yazıldı ve yazılacak. Ama bu güzelliği anlatmaya yetecek mi? Bir şehire bir mevsim bu kadar mı yakışır? İlkbaharda belediye lale şenliği düzenliyor ne güzel ama biraz da sonbaharı anlatsak. Gündelik olumsuzluklar, yaşanan tatsızlıklar vs. hiçbir şey bu güzelliği görmeme engel değil. Kim bilir kaç sonbahar daha yaşayacağız bu dünyanın en güzel şehrinde?

Yağmurlu bir pazar ve Fenerbahçe maçı. Kazanırsa tarihinin en iyi başlangıcını yapmış olacak sevgili kulübüm. Maçtaki tek eksik gündüz oynanması. Futbol maçı deyince atkı, bere, mont olmazsa maç ciddiyetini kaybediyor gibi bir hava var bende. İşte sezonun ilk atkı bereli montlu maçı. Bir de güzel futbol ve galibiyet gelirse bir Fenerli başka ne ister ki...

İlahi komedi belgeseli (Religious). Ünlü Amerikalı komedyen Bill Maher ile Seinfeld dizisinin yönetmeni Larry Charles hazırlamışlar. Üç büyük dinin -tövbe tövbe- saçmalıklarını anlatıyorlar. Dinlerin sorgulanması ve açık sözle dile getirilmesi çok güzel. Çok sahnesinde güldüm. İnsanların yılanın konuştuğuna (Adam-Havva), balığın karnında yaşayan insana (Yunus peygamber) nasıl inanabildiklerini sorguluyorlar. Batını ilimleri zahiri ilimlerle aynı kefeye koyunca kafalar karışıyor tabi. Adama ben nasıl ispatlayacağım yılanın konuştuğunu ya da insanın balığın karnında yaşadığını. Elimizde görüntü yok. İnandığımız kitap öyle yazdığı için kabul ediyoruz. Ne malum o kitabın doğru olduğu mu? Görene, köre ne?

Hiç Itri Efendi eseri dinlediniz mi? Dinlenmiştir ancak bestenin onun olduğunu bilmiyorsunuzdur. Ayrıntılı bir yazı yazmak istiyorum bu büyük bestekar hakkında. Yeni paraların üzerinde olması gereken bir şahsiyet. Bizim Mozart'ımız Beethoven'ımız Bach'ımız...

İnsan bir güzeli sever ve bu sevgisi aşk derecesine varırsa alemin her zerresi ona 'Sevgili' yi hatırlatır. Gündüzlerin aydınlığını, sevgilinin yüzünün parlaklığı; gecelerin karanlığını, sevgilinin kara gözleri veya siyah saçları; rüzgarın hafif hafif esmesini, onun nefes alışı; şimşeklerin çakmasını, o güzelin tebessümü sırasında dişlerinin parıltısı olarak görür. Artık kainatta her şey maşuktur. Mevlana'dan...

23 Ağustos 2009 Pazar

Pazar Notları


Başladı oruçlu günler. Kimini asabileştiren kimini sessizleştiren günler... Bilinç altında daha fazla iyilik yapma, ibadet etme, ona muhtaç olduğunun daha fazla farkına varma, ona daha fazla ulaşma isteği. Sonra ne oluyo da unutuyoruz bunları? Ah şeytan ah... Uzak dur...

Başka bir zaman gecenin bir vakti kalkıp bir tabak pilav yiyip tekrar yatar mıyım acaba? Çok zor gibi geliyor ancak Allah nasıl bir ruh haline büründürüyorsa, çok doğal bir durummuş gibi geliyor...

İstanbul'da ramazan. Başlı başına bir konu. Ayrıca yazarız ama hemen söyleyim. Bu şehirde ramazan bir başka güzel. Yaşamak isteyene tabi...

İngilizce'yi çok iyi biliyormuşum gibi İtalyanca ve Rusça öğrenme isteği var içimde sanki çok kolay olacakmış gibi. Dil öğrenimine karşı fazla bir beceri de yok. İnsan otuzundan sonra ne kadar öğrenebilir bir dili?

Mozart'ın 25 no'lu sol minor senfonisi... Mutlaka bir yerlerde duymuşsunuzdur. İnternette bir yerlerden bulun (fizy.com'da var) gözünüzü kapatın ve dinleyin. Müzik dehasının olağanüstü bestelerinden sadece biri...

Üç günde bir Fenerbahçe maçı var. Sürekli galip, tempolu futbol; koşan, arzulu, başarıya aç futbolcular. Bir taraftar takımından başka ne ister ki?

Kimseyi övmeyen, kimseyi kötülemeyen, kimseden yakınmayan, kimseyi suçlamayan olgun insandır demiş Epictetos. Bu sözden sonra çeverimzde ne kadar olgun insan var bir düşünelim...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Denizlispor:0 Fenerbahçe:2


Çok çok önemli ticari ya da hayati birşey olmadıkça Denizli sınırları içine girmek istemem. 2006 mayısında yaşadığımız travma sonunda verdiğim kararlardan biri de buydu. Hayatımda bazı şeyleri değiştirmemin gerektiğine inandığım gün. O yüzden Denzlispor maçlarının biran önce kazasız belasız bitmesini isterim.

Maç ne olur diye fikir yürütmek için ne analizi dinlerim ya da okurum ne de kafa yorarım. Ama sabah gazetede Denizlispor'un olası kadrosuna baktım. İki tane Türkiye'ye yeni gelen stoperle başlayacaklarmış. Dedim işlem tamam. Sırf bu ikisi bile bizim üç puan almamıza yeter...

53. saniyede gelen gol bir bakıma iyi bir bakıma kötü. Bizler rahat bir maç seyrediyoruz ama takım da hemen gevşer korkusu var. Pek öyle olmasa da son vuruşlardaki biraz ciddiyetsizlik, biraz da kalecinin güzel kurtarışlarıyla devreyi bu skorla kapatıyoruz.

59. dakikada yaşanan elektrik kesintisi sayesinde ilk defa ertesi güne sarkan bir maç seyrettik. Futbolculurda da ister istemez konsantre eksikliği yaşandı ve bunu sadece bizim okçu değerlendirebildi. 21.45te başlayan maç yarım saat duraklama sonunda 00.15 gibi biti.

Daum'un maçtan sonra ''iyi ki fark olmadı yoksa önümüzdeki maçlardaki beklenti fazla olurdu'' yaklaşımı çok akıllıca...

Gökhan Gönül ve Emre'nin formanın yakası rahatsız ettiği için kestiklerini tahmin ediyorum (Emre kolları da kesmiş) Evet belki rahatsız diyor olabilir ama kimse Fenerbahçe formasını kesme hakkını size vermez. Çok iyi futbolcular olabilirsiniz ama bana başka bir ülkede bir futbolcu gösterin ki formasının bir yerini kessin... Bu adeti geçen sene Uğur Boral başlattı. Formaya yapılan bu hakereti önlemek için yöneticilerin biran önce müdehale etmesi gerekir.

9 Ağustos 2009 Pazar

Pazar Notları


Benim neyim eksik Haşmet Babaoğlu'ndan diyerek ukalalık yapmak istemem ama ben de kendimce pazar notları yazabilirim...

Bir aydır dilimde sürekli oasis'in bir şarkısının ilk dizeleri var :
is anyone here prepared to say just what they mean or is it too late 
or anyone here to try to do just what it takes to get through to you?
Rüzgarlı ve az bulutlu bir pazar sabahında açık havada anne-baba ile kahvaltı yaparken, dün gelen misafirlerin hoşluklarından bahsetmek ne kadar da huzur verici... 
Nick Hornby'nin Fever Pitch adlı kitabında bahsettiği gibi sonu tekli biten yılların kötü yanı da ne dünya kupası var ne avrupa şampiyonası. Allah'tan ligler erken başlıyor... 
Eve gelen yeni iki kangal köpeğiyle akşama kadar oyna ne onlar sıkılır ne sen. Sadece bazı yerlerin çizik içinde olur o kadar... 
Niçin seviyorum mangal yakmayı? Ateş yakmanın hazzı mı? Etin ateşle buluştuğu andaki ses mi? Hiçbiri...  Yiyen insanların yüzündeki memnuniyeti görmek... Sadece bu yüzden... 
Bir de şu hadisi okuduktan sonra sürekli  düşünmeden edemiyorum: 
''Allah'a (c.c.) şu kulun sesinden güzel ses yoktur ki, vaktiyle yaptığı bir günahdan dolayı içi yanıyor, günahını her hatırladıkça kalbi korku dolarak teessürle feryad edip (ya Rabbi) diyor."